ROBERT BRENNER’İN KÂRSIZ KÜRESEL DURAKLAMA TEORİSİ

Son 25 yıldır UCLA ekonomi tarihçisi ve New Left Review yazarı Robert Brenner, gitgide daha çok ilgi çeken “uzun gerileme” teorisini geliştirdi –savaş sonrası canlılığının ardından 1973 yılında başlayan ekonomik yavaşlama.

Brenner’e göre, son yarım yüzyılda dünya küresel aşırı imalat sebebiyle uzun zamandır süren kârlılık krizinin ağırlığıyla durağanlaştı –ilk olarak Alman ve Japon firmalarının savaş sonrasında fazlasıyla şişmiş durumda olan ihracat piyasalarına yeniden girişi ile hissedildi, zamanla daha da kötüleşti.

Brenner, kronik kapasite aşımını, piyasa üretiminin plansız anarşisinden doğan, kapitalizmin ekonomik mekaniğindeki bir üretim hatası emaresi olarak görüyor: aşırı kalabalık endüstrilerdeki firmalar, sabit sermaye sebebiyle batmaya mecbur kalırken, işin kârsız kısımlarından çıkacak teşviklere sahip değiller, bu da acımasız bir rekabeti besleyen, kâr oranlarını düşüren ve nihayetinde durgunlaşmaya yol açan, içinden çıkılamayacak aşırı kapasite yığınları yaratıyor.

Brenner’in tezinin siyasi anlamı çıplak gözle görülebilecek kadar açık olmayabilir, fakat ne olabileceğine dair detayları, Brenner ile ortak makaleler de yazan Berkeley’li sosyolog Dylan Riley’in kimi sosyalistleri, Biden yönetiminin sanayi politikalarını fazla hoşgörülü bulduğu bir eleştirisi yayınlandı.

Kendi örneği ile ilgili ölçüleri ne olursa olsun, Riley’in makalesinde dikkat çeken, Brenner’in ekonomik çerçevesinden siyasi bir argüman yaratabilmesiydi: Bidenomics “aşırı kapasitenin yarattığı sorunları dünya ölçeğinde kitlesel boyutta şiddetlendirecek” idi ve bu gerçek, Riley’e göre Neo Kautskyci sosyalistlerin “sermayenin yapısal mantığına dair inandırıcı bir yanıta” sahip olmadıklarını ortaya çıkarıyordu.

Teorideki Kriz

Kimi okurlar bağlantının ne olduğunu anlamakta zorlanıyor olabilir. Örneğin nasıl küresel güneş paneli endüstrisindeki kapasite aşımı sosyalistlerin Enflasyon Düşürme Kanununa dair yorumunu etkiliyor olabilir? New York Magazine’den Eric Levitz’in işaret ettiği üzere “düşük karbon teknolojisindeki küresel tıkanışı” bir kabus senaryosu olarak görmek zor.

Fakat Brenner’ın uzun gerileme teorisinin siyasi alt metnini fark edince, alakasız gibi görünenin gizemi çözülmeye başlıyor.

New Left Review’ın 1998 tarihli sayısında teorisini tanıtmasından birkaç yıl önce, Brenner Solidarity (Dayanışma) isimli bir sosyalist grubun üyelerine devrimcilerin sosyal demokratlara benzemeye başlamasının sorunlarından bahsettiği bir konuşma yaptı. (Bu konuşma “Reformizmin Sorunu” başlığı ile basıldı.)

Sorun ciddileşiyordu çünkü reformizm, Brenner’in açıkladığı biçimiyle “bizim asıl siyasi rakibimizdi” ve “kaçınılamaz gerçek şu ki, eğer insanları reformizmden uzaklaştırıp devrimci-sosyalizm sancağına çekmek istiyorsak bunu onlardan daha iyi bir program yazarak başaramayız. Ancak teorimizle, dünyayı anlama biçimimizle başarabiliriz.”

Reformizmi devrimci sosyalizmden ayıran reformlara destek verip vermeme konusu değil, devrimciler de reform talep eder. Hatta “sosyalistler olarak, reformlar için mücadeleyi asıl meselemiz olarak görürürüz.” Ayrımın temeli, reformistlerin kişisel maddi çıkarlarında ve kendilerine özgü kapitalizm teorilerinde yatar

Reformizmin toplumsal temeli, Brenner’in açıkladığı biçimiyle sendika bürokrasisi ve sosyal demokrat partilerin aparatlarından çıkar. Örgütsel çıkarları sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkan uzlaşmaz isyanlar tarafından tehdit edildiği için reformistler her zaman tabandaki militan hareketlenmelere karşıdır. İşçilerin eylemlerini yalnızca seçim günü sosyal demokratlara oy vermekle sınırlamak ve iş yerinde resmi sendika pratiklerini desteklemekle sınırlar. Bir başka değişle reformistler, işçilerin kaderlerini kendi ellerine bırakmasını ister.

Bu yüzden her zaman “devlet müdahalesi kapitalizmin uzun erimli istikrarını ve büyümesini olanaklı kılar” iddiası ile işçi sınıfının devleti bu hedefleri “kendi çıkarlarına” gerçekleştirmesi için “kullanması gerektiğini” söyler. Reformistler bu türden bir siyasal konumu sağlama almalılardır çünkü böyle vaatleri olmazsa, sınıf mücadelesi karşısındaki duruşlarını düşündüğümüzde, reformistler ve örgütlenmelerinin işçi sınıfına verebileceği hiçbir şey yoktur.

Aynı sebepten ötürü, devrimcilerin eylemleri, ekonomik kriz teorileriyle paralel olmalıdır. Devrimci sosyalistler “krizler kapitalizmin içsel kaotik doğasından kaynaklanır” ve sistemin “plansız” karakteri sebebiyle “hükümetler krizleri engelleyemez” savlarını her daim savunmalıdır. Ancak o zaman işçilere reformistlerin tüm iyi niyetlerine rağmen yapamayacakları ve yapmayacakları şekilde bağ kurabilirler.

Brenner’e göre tam da bu sebeple “devrimcileri haklı çıkaracak olan uzun süreli krizlerin kapitalizme içkin olmasıdır.”

Brenner kriz teorisinin sosyalist siyasi pratik içerisindeki yerini önemseyen ilk teorisyen değildi. 1890’lardaki büyük revizyonist krizin ortaya çıkışından beri bu bağlam Marksizmin önemli bir unsuru olmuştur. Marx ve Engels’in halefi olacakken döneği olan Eduard Bernstein sosyal demokrasinin sosyalizme reformist bir yöntemle geçilmesi gerektiğini önerirken, kapitalizmin krizini savının merkezine koyuyordu: Bernstein’e göre kapitalizmin krizleri gitgide seyrekleşmeye bağlamıştı ve hepsinden önemlisi kapitalizm olgunlaştıkça daha az kıyametvari bir hale gelmişti. Tam bir çöküş ihtimali gitgide azaldığı için devrimci seçenek hem inandırıcılığını hem de gerekçesini yitirmişti.

Brenstein’in hamlesi Ortodoks Marksizmin farklı yönlerdeki savunucularını kendi teorik argümanlarını keskinleştirmeye zorladı ve 1920’lere gelindiğinde Marksist kriz teorisinde iki kesin uç vardı: Rosa Luxemburg’un işçi sınıfının sistemin kriz eğilimlerinin ana kaynağını oluşturacak güce sahip olacak yeterlilikte olmadığını iddia ettiği “eksik tüketim” görüşü ve Alman sosyal demokrat Rudolf Hilferding’in krizin köklerini sanayinin farklı kollarındaki çıktıları arasındaki tesadüfi uyumsuzluklara bağlayan –kapitalist yatırımın “kör” plansız doğasından kaynaklı bir tehdit olarak– “aşırılık” teorisi.

Marksistlerin reformizme dair tartışmalarına geri dönüp bakıldığında, belli bir düşünce yapısındaki Marksistlerin değişmeyen yanıtı, kriz teorilerini bir ıslah edilemezlik kriterine tabi tutmaları: krizin kaynağının üretim ilişkilerinin devrimci bir dönüşümü olmadan önlenemez olduğu şeklinde akla yatkın bir biçimde tasvir edilmesi.

Kapitalizm içerisinde doğan ekonomik krizlerin kapitalistlerin geleneksel çıkarlarını yansıtan dinamikler üzerinden yükselmesini beklemek normal–bu durumda, krizin köklerine müdahale etmek, kapitalist çıkarlara müdahale etmeyi gerektirir. Fakat gerçekte ıslah edilemezlik akıl almaz biçimde değişken bir hedef.

Örneğin, Hilferding’in ekonomik çalkantıları kapitalist yatırımın yapısındaki sistemin kaotik ve plansız gelişiminden doğan orantısızlıklar olarak niteleyen kriz teorisini ele alalım.

Bugünün Brenner’i gibi Hilferding –iki savaş arasında Alman Sosyal Demokrat Partisinin önde gelen ekonomi uzmanı– ancak planlamanın orantısızlıkların yarattığı sorunu çözebileceğini düşünüyordu. 19. yüzyılın sonlarından beri büyüyen özel sanayi loncalarını işaret ediyordu: kapitalistlerin gitgide kaotikleşen piyasayı dengelemek için planlama mantığını kabul etmek zorunda kalmış olmalarının kanıtlarıydı.

Fakat, loncalar son tahlilde etkisizdi: tamamen özel kaldıkları sürece, gönüllü inisiyatifler sektörlere düzen getirebilme yetisinden mahrum kalacaklardı çünkü üyelerini disipline edemiyorlardı. Ekonomiyi kalıcı şekilde dengeleyebilmek için devletin devreye girerek kapsamlı bir planı hayata geçirmesi gerekliydi.

Bugünün dünyasından bakınca; Hilferding’in kriz mekanizması reform kaldırmaz: en nihayetinde, ücretlerin ve üretimin planlanması bugünlerde kapitalizmin yutamayacağı kadar ağır bir ilaç haline geldi

Fakat 1930’larda, Hilferding, teorisindeki reformist imalar sebebiyle solundaki sosyalistler tarafından şiddetle eleştirilmişti. Çünkü 30’lar için, “planlama” soldaki popüler yaklaşıma göre, egemen sınıfların ekonomik istikrar için tercih edeceği yoldu, statüko içerisinde açılan en küçük deliğin dahi tamir edileceği bir yol.

Roosevelt yıllarını hatırlayalım: 1933-35 arasında Ulusal Sanayi İyileştirme yasasının merkezindeki  “İlk Yeni Anlaşma” –özel sermayenin zorunlu kartelleştirilmesi, taban fiyatları mecburiyetleri ve üretim kotaları ile– “muhafazakâr” evreydi. 1935 yılında başlayan “İkinci Yeni Anlaşma” ise –refaha dayalı kamu tedbirleri, istihdam programları ve sendika dostu çalışma yasaları ile– “radikal” evre idi.

Aynı model Avrupa’da da geçerliydi, sosyalistlerin ve emek hareketinin sağ kanadı Belçika İşçi Partisi ve teorisyeni Hendrik De Man’ın savunduğu Yeni Anlaşmavari planlamayı benimsediler. Sol sosyalistler ve komünistler ise plancılığı faşist eğilimleri olduğu iddiasıyla redderken Luxemburgcu yetersiz tüketim doktrininde birleşiyorlardı. Onlar açısından üretimde anarşiyi ehlileştirmek kapitalizm içerisinde başarılabilecek bir hedefti. Düşünülemez olan refahın esaslı bir yeniden bölüşümüydü.

Fakat yalnızca birkaç yıl sonra tarihin çarkı yeniden döndü, savaşın ve tabandan gelen baskıların birleşimi kapitalist dünyayı daha önce tasavvur edilemeyecek bir biçimde yeniden bölüşümü kabul etmeye zorladı. Sonuçları, deyim yerindeyse devrimci olmuştu. Britanya’da, en yoksul yüzde ellinin yurt içi hasıladaki payı 1910’larda en zengin yüzde 1’in aldığının yarısından azken, 1950’lerde iki katına çıkmıştı.

Yani bir dönem Kızıl Rosa’nın radikal doktrini olarak görülen eksik tüketim, John Maynard Keynes’in elinde egemen sınıfların hafifletici müdahalesine dönüşmüş –kriz teorisyenlerini zora sokmuştu.

Azalan Kâr Oranlarının Doğuşu

1970’lerde, farklı bir tür kriz kapitalist dünyaya geldi. Bu sefer, kitlesel alım gücünde daralmaya atfedilebilecek bir sorun yoktu: 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında sanayileşmiş ülkeler yüksek istihdam oranı, sıkı bir emek piyasası ve güçlü bir işçi sınıfı militanlığı dalgasının yarattığı bir “ücret patlamasına” tanıklık ediyordu.

Buna uygun olarak da kriz kâr sıkışması olarak adlandırıldı – Bunun klasik örneği olarak Andrew Glyn ve Bob Sutcliffe’in büyük etki yaratan Britanya Kapitalizmi, İşçi Sınıfı ve Kâr Sıkılaşması eseri İngilizce konuşan dünyada Marksist ve Marksizme eğilimli akademisyenler arasında çok taraftar topladı. (Kâr sıkışması teorisi kimi zaman “ücret sıkışması” teorisi olarak da adlandırılır, her iki örnekte de işaret edilen, kârın ücret tarafından sıkıştırılmasıdır.)

Kâr sıkışması teorisi 1970’lerdeki kargaşayı 1930’lardaki bunalımın aynadan yansımasına benzetir: aynı geçmişteki felaketin tetikleyicisinin aşırı düşük ücretlerin toptan talebi zayıflatması olduğu gibi, bu kez de işçi sınıfı militanlığı ücretleri fazla yükseğe çıkararak, kâr oranlarını aşındırmış ve yatırımları durma noktasına getirmişti.

Bu hesap başlangıçta Marksist çevreler içerisinde ilgi çekti. Tüm taraflar kâr oranlarının ücretler yükseldikçe düştüğü konusunda hem fikirdi. Ve makul sayıda radikale göre de bu teori Troçkistlerin uzun süredir savunduğu militan “geçiş” stratejisinin kanıtı olarak görülebilirdi: kapitalistlerin gerçekleştirebilme ihtimali olmayan “reformlar” talep etmek. Bu düşünceye göre sendikalardaki devrimciler işçi sınıfını daha yüksek bir militanlık seviyesine ulaşmasına yardım etmiş ve sonucunda ücret talepleri artık egemen sınıf Keynesyenciliğinin yanıt üretemediği, kapitalizmin bütününü etkileyen bir krize sebep olmuştu.

Fakat 1970’lerdeki krizin bir devrime yol açmayacağı belli olduktan sonra, kâr sıkışması teorisine karşı taraftan ilgi başladı: sosyal demokrat partilerdeki Keynesyenci uzmanlar tarafından ücret iyileştirme planlarına ideolojik sınırlamalar –gelir politikaları– koyan enflasyon karşıtı bir temellendirme.

Radikallere göre, gelir politikası zorbaları ve onların meclisteki siyasi efendileri, sendika bürokrasisinde ücret iyileştirmeleri konusunda gönüllü bulmakta zorlanmamışlardı –sendika liderleri, kaba seçim hesapları içerisinde krizi çözmek isteyen kaygılı sosyal demokrat siyasetçilerine yardım eli uzatmakta fazla heveslilerdi.

1970’ler öncesi Marksist yazımda istisnai şekilde kriz teorisini sıkı sıkıya Marx’ın ünlü “Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasasına” bağlayan 1929 tarihli Birikim Yasası ve Kapitalist Sistemin Çöküşü eserinin sahibi Polonyalı teorisyen Henryk Grossman’ın çoktandır unutulmuş fikirlerini on yıllarca kimse umursamasa da yorulmadan savunan, 1920’lerde ABD’ye yerleşmiş, Marksist ekonomi politiği kendi kendine öğrenerek uzmanlaşmış bir konsey komünisti olan Paul Mattick, 1969’da, Marx ve Keynes: Karma Ekonominin Sınırları isimli bir kitap yazdı.

“Bu benim tartışmam” diye yazıyordu kitabının girişinde Mattick, bugün anlaşıldığı üzere olağan üstlü öngörüsü ile: “Kapitalist dünyayı çevreleyen sorunlara karşı Keynesyen çözüm ancak geçici olarak yarar sağlayabilir ve bunu sağlayabilecek koşullar da artık çözülme sürecine girdi. Bu yüzden ekonomi politiğin Marksist eleştirisi, geçerliliğini yitirmek bir tarafa, hem ‘eski’ hem de ‘yeni’ ekonomiyi kavramak ve ötesine geçme konusundaki yeteneği ile yeni anlamlar kazanmıştır.”

Bu kehanetler birkaç yıl içinde gerçek olunca, genç Yeni Sol Marksistlerin coşkulu takipçileri, yeni bir reform geçirmez kriz teorisi arama yolunda, Mattick’i yeni kutup yıldızları olarak görmeye başlamış ve Marx’ın Düşen Kâr Oranları (DKO) konjonktürüne odaklanmışlardı. Onlardan biri olan ve DKO konusunda belirgin bir uzmanlığı olan David Yaffe, Glyn ve Sutcliffe’in kitabının bir eleştirel değerlendirmesini kaleme aldığı 1973 tarihli New Left Review makalesinde, ortadaki kolaylığı doğrudan açıklıyordu.

“Kârlılığın krizi” diyordu Yaffe “ücretlerin fazla yükselmesinden kaynaklanmıyor, kapitalist üretime içkin olan ve kâr oranlarının düşme eğiliminde de kendisini gösteren çelişkileri sebebiyle ortaya çıkıyor.” Ücret sıkışması teorisyenlerini döneklikle suçlayarak, hatalarını açıklarken, neredeyse Brenner’in 20 yıl sonra reformizmin sorunlarını tartışırken bahsettiklerinin tıpatıp aynılarını sayıyordu:

Eğer kapitalist üretim tarzı hükümet müdahalesi olsun ya da olmasın devamlı büyüme ve yüksek istihdam oranları ile hayatta kalabiliyorsa, o zaman devrimci sosyalistlerin konumunu destekleyebilecek en nesnel argüman boşa düşüyor. Reformist perspektif makul hale geliyor.

Bunun sonucu olarak, 1970’ler boyunca özel bir ideolojik tercihin sonucu olarak DKO 60’lar sonrası giderek zayıflayan Marksist solun içerisinde giderek daha fazla belirginleşen “siyaseten sekter bir bin yılcılık”[1] ile anılmaya başlamıştı.

1973’te öfkeli bir cevap yayınlayan Paul Sweezy, “Marx’ın sermaye birikim teorisinin bir yorumu, farklı versiyonları ile birlikte gitgide daha fazla Marksist ekonomist tarafından sahipleniliyor” derken, bu Marksist ekonomi uzmanlarının en sevdiği hedef haline gelen yazar bu fenomeni şöyle eleştiriyordu: “Paul Mattick’in belki de önderi sayılması gereken bu düşünce ekolünün karakteristiğini, kâr oranlarının düşme eğiliminin fetişize edilmesi ve Marksizmin steril bir ortodoksi olarak yozlaştırılması oluşturuyor.”

Mattickciler Marksist karşıtlarını sapkınlıkla ve karşıtları onları tutuculukla eleştirirken, DKO’nun Marksistler ve Marksist olmayanlar tarafından nasıl Marksist ortodoksinin en saf ölçütü haline geldiğini anlayabiliyoruz. Hatta bugüne değin, DKO her zaman Ortodoks Marksizmin kriz teorisi olarak görüldü.

Fakat gerçek ise tam tersi: Friedrich Engels’in ölümü ve OPEC akaryakıt şoku arasında geçen seksen senede, DKO önde gelen Marksist uzmanların geliştirdiği çeşitli kriz teorilerinde neredeyse hiç rol oynamadı. Rosa Luxemburg’un pek ciddiye almadığı biliniyordu. Karl Kautsky sermayenin merkezileşmesini destekleyen yönde bir dinamik olarak bahsetmiş fakat kriz sebebi olarak görecek kadar önemli bir paye biçmemişti. Sweezy’nin büyük etki yaratan 1942 tarihli Marksist ekonomi kitabı Kapitalist Gelişim Teorisi’nin ilgili kısmında bu yasa “Marx’ın hem takipçileri hem de karşıtları tarafından sayılı eleştirilere maruz kalmıştı”. Kitabın bir bölümü tamamen “Yasanın Bir Eleştirisi” üzerineydi. Ernest Mandel 1967 tarihli Marksist Ekonomi Teorisine Giriş kitabına görev bilinciyle yasaya dair beş sayfalık bir bölüm eklemiş ve geri kalan sayfalarda büyük bir titizlikle yok saymıştı.

Marx’ın kendisinin bu fikre ne kadar bağlı olduğundan da şüphe edilebilir. DKO kesinlikle Marx’ın gerçek olduğuna inanmak istediği bir fikirdi. Nasıl fizikçiler ve matematikçiler mükemmel bir teori ya da teoremin gelecekte bir sağlama ya da deneyle kanıtlanacağına inanıyorsa  Marx da DKO’nun gerçek olduğunu gösterecek bir yol bulmak istemişti çünkü teorisinin bağlamı Duncan Foley’in 1986 tarihli Marksist ekonomi ders kitabında belirttiği gibi “güzel bir diyalektik sonuca” varıyordu.

Fakat Marx titiz bir bilim insanıydı ve 1850-60’larda yazdığı not ve taslaklarda kavramı her detaylandırmaya çalıştığında –Alman Marksolojist Michael Heinrich’in gösterdiği üzere– kendisini düşen kâr oranlarının kapitalist gelişimin kesin bir sonucu değil ancak bir olasılığı olduğunu gösteren bir matematik labirentinde buluyordu.

Kâr Oranlarının Düşüş Eğilimleri Yasasının Marksist fikir külliyatına girişi Engels’in bu yazmaları Marx’ın ölümünden sonra Kapital’in üçüncü cildine eklemesiyle oldu. Fakat, Sweezy’nin 1942’de belirttiği gibi, Marx’ın bu bölümdeki analizi “ne sistematik ne de kapsamlıydı” ve “üçüncü ciltteki birçok şey gibi yarım kalmıştı.”

O zaman DKO Marx’ın kapitalizme dair görüşünde ne kadar merkezi bir yer kaplıyordu? Marx’ın Kriz Teorisi’nde Clarke ikna edici bir argüman sunuyor: “Belki de Marx’ın kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasına atfettiği önemin en büyük göstergesi yaşarken basılan hiçbir eserinde bahsetmemesi ya da üçüncü cildin baz alındığı kısımları yazdıktan sonra geçirdiği 20 yılda hiç geri dönmemesidir.”

Bir başka deyişle, Mattick’in genç takipçilerinin heyecanla yeniden keşfetmesinden yüzyıl önce, Marx kesinlikle bu teoriye olan ilgisini yitirmişti.

1973’ten on yıllar sonra, Marksizm siyasi bir güç olarak ağır yenilgiler aldı. Fakat akademik düzeyde mükemmel bir rönesans dönemi yaşadı. Vietnam savaşı döneminde akademiye giren radikaller sayesinde özellikle Marksist ekonomi teorik kapsamlılığı ve teknik yeterliliği konusunda ciddi ilerleme katetti.

Bu ilerlemenin önde gelen bayraktarlarından biri, 1970’ler ve 80’ler boyunca DKO’nun ve o bağlamda Marksizme dair daha kapsamlı bir ele alış biçiminin rakipsiz en büyük savunucusu olan, New York Toplumsal Araştırma Enstitüsünden Anwar Shaikh idi. Shaikh’in terminolojisiyle “Klasik Marksizm” ya da onu küçük görenlerin söyleyişiyle “Köktenci/Ortodoks Marksizm”.

Fakat her ne kadar Ortodoks olursa olsun, Shaikh dar görüşlü bir fanatik değil bir bilim insanıydı. 2016 tarihli bu zamana kadarki en büyük eseri Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar 1026 sayfalık incelemesi 40 yıllık araştırmalarının meyvelerini sunuyordu –mükemmel bir birikim, tutarlı, kavramsal netlik, empirik kanıtların dikkatli bir gözle incelenmesi ve ne otoritelere ne de şakşakçılara yaranma çabası. Paul Samuelson’un 1947 tarihli Ekonomik Analizin Temelleri’nin neoklasik ekonomiye kattığını, Shaikh’in kitabı Marksist ekonomi politiğe sunuyordu: en titiz modern yöntemler üzerine sıkı bir teorik temel kurmak. Ve Shaikh’in eserinin içerdiği birçok konu içerisinde –kendisi Marx’ın versiyonu derdi– düşen kâr oranları da vardı.

Robert Brenner düşen kâr oranları teorisine kendi alternatifini sunduğunda, Kapital’in üçüncü cildindeki klasik DKO artık Marksizm içerisinde enteresan bir konum kazanmıştı. Hiçbir dönem önde gelen Marksistler arasında ünlü olmamıştı, üstelik şimdi gürültülü savunucuları sebebiyle kötü bir üne sahipti. Fakat yine de son 20 yılda Shaikh’in ve Duncan Foley, Gerard Dumenil ve Dominique Levy gibi diğer ciddi akademisyenlerin dikkatli ve maharetli bir yeniden yapılandırmasının faydasını görmüştü.

Klasik DKO’nun kanonik statüsü ve Brenner’ın versiyonu gibi “reform geçirmez” bir kriz teorisi olarak tasarlanmış olması sebebiyle, her iki teori de birlikte değerlendirilmeyi hak ediyor.

Shaikh ve Okishio

Kâr oranı kapitalistlerin fiziki sermayeden kazandığı getiri oranıdır: makineler, inşaatlar, ham maddeler, vs. Aritmetiği diğer tüm yatırımlarla aynıdır: Tıpkı yıllık yüzde 5 faiz oranlı vadeli hesapların her 100 dolara 5 dolar mevduat vermesi gibi, yüzde 5 kâr oranı da ortalama bir kapitalistin 100 dolarlık fiziki sermayeden 5 dolarlık kâr elde etmesidir. (Bunun hangi seviyede olursa olsun, sermaye stoku büyüdükçe kâr oranının düşeceği anlamına geldiğini belirtelim.)

Klasik Marksist düşen kâr oranı teorisinden ayrışma, daha az emek isteyen mekanizmaları ekonomik büyümenin merkezine koymaktan geliyor. Uzun vadeli büyüme emek üretkenliğinin artışını gerektiriyor ve –işçi daha fazla ürettikçe– ve emek üretkenliğini artırdıkça emek gücü normalde işçi başına daha fazla sermaye ile donatılmalı.

Buradaki kritik soru, bu iki trend arasındaki dengeden çıkıyor. Eğer işçi başına sermayenin büyüme oranı, yüzdelik hesapla en azından emek üretkenliği oranındaki artışla örtüşmezse (yine yüzdelik oranda), nicelik olarak artan sermayenin karşılığı normal çıktı hacmi olacak. Bu olursa da çıktıdan kâr elde edilen pay karşılayacak kadar artmadığı sürece, kâr oranı –sermaye birimi başına kâr– düşecektir.

Marx’ın “kâr oranının düşme eğilimi” kavramı, bir faktörün rekabetçi bir süreç içerisinde devreye girmesi sonucunda en azından uzun vadede emek üretkenliği sermaye yoğunluğuyla yarışamayacağı için çıktıdaki kâr payının telafi edecek kadar yükselemeyeceği fikrine dayalı. Peki bu faktör ne olabilir?

Marx’ın DKO’sunun tartışıldığı süre boyunca –bir yüzyıldan fazla– özellikle bir eleştiri daimi kaldı. Kâr oranlarının tanımı gereği iki kavramın ürünü olduğunu hatırlayalım: çıktıdan kâra giden pay (ücretlerin aksine); ve birim sermaye karşılığı üretilen çıktı hacmi. Bu değişkenlerden ilki emek ve sermayenin üretim ilişkisi üzerine sınıf mücadelesi tarafından belirleniyor. İkinci kavram ise temelde kapitalistlerin kullanıma sunduğu üretimin teknik yöntemleri tarafından.

Marx’ın teorisinin eleştirenlerinin öne sürdüğü itiraz ise şu: Neden bir kapitalist kâr oranı eldekinden daha düşük olan bir üretim yöntemi önersin? Kâr oranı birçok değişken sebebiyle düşebilir. Fakat en az inandırıcı olanı kapitalistlerin doğrudan, bilinçli kontrol sahibi olduğu değişken –üretim yöntemlerinin seçimi.

Bu yönden bir düşünme biçimi birçok yazarı etkiledi, başta Rus düşünür Mikhail Tugan-Baranocsky, 1901 tarihli dikkatleri üzerine çeken yazısında kapitalistlerin “teknik seçiminin” neden Marx’ın iddiasının aksine kâr oranlarını düzenli olarak aşağı değil yükseğe çekmeye dönük olduğunu açıklıyordu

Japon ekonomist Nobuo Okishio, 1961’de  yayınladığı ve literatür açısından önemli bir kilometre taşı sayılabilecek makalesinde Tugan’ın DKO eleştirisinin en azından mantıksal olarak doğru olduğunu gösteriyordu: piyasa fiyatlarının verili olduğu ve gerçek ücrette herhangi bir değişiklik olmadığı bir düzlemde, kâr maksimizasyonu hedefleyen bir kapitalistin önereceği üretim yöntemi –ekonominin bütününe yayıldıktan sonra– genel kâr oranını düşürmeye değil yükseltmeye odaklı olacaktır.

Matematiksel olarak ürkütücü gözüken Okishio Teoremi’nin ortaya çıkışı, DKO’nun en fanatik destekçilerinin boş argümanları ile birleştirildiğinde Düşen Kâr Oranları teorisine ciddi prestij kaybettirdi. Bu yüzden, Marksizmle ilgili birçok akademisyen teorinin bilimsel açıdan kesinlikle kusurlu olduğuna ikna oldu.

1970’lerin sonunda Shaikh Okishio’nun eleştirisine yanıt vermek için dikkatini şirket ve endüstri seviyesindeki rekabetçi davranışların araştırmasına verdi. Marx’tan ilham alan ama kimi muhalif mikro ekonomistlerin –özellikle de eksantrik ve bir o kadar da muhafazakâr savaş sonrası İngiliz fiyat teorisyeni P. W. S. Andrews’in– çalışmalarından da etkilenen Shaikh, endüstriler arası rekabete dair (ana akım “kusursuz” ve “kusurlu” rekabet kategorilerinden ayırmak için) “gerçek rekabet” isimli teorisini geliştirdi.

“Gerçek rekabet teorisi” Shaikh’e entelektüel çalışması için gerekli ana örüngüyü sundu. Kapitalizm metnini rekabet süreçlerinin asidik karakteristiği ile doldurarak, korku ve saldırganlık duygularının berrak bir görüntüsünü sundu: bu “doğası gereği düşmanca ve pratikte sallantılıdır. Kapitalizmin merkezi düzenleme mekanizması budur ve ünlü kusursuz rekabetten, savaşın baleden olduğu kadar uzaktır.” Askeri örneklere metin boyunca rastlıyoruz: rekabet “şirketler arası savaştır.” “Başka biçimlerde süren bir savaş.” “Savaş rasyonalitesine göre” hareket eder. “Bellum omnium contra omnes.” (Herkesin herkese karşı savaşı.)

Shaikh’in ellerinde bu yalnızca bir retorik olmaktan çıkar: Teknolojinin evrimine dair kimi makul varsayımları doğru kabul edersek –uygulanabilir yenilikler genelde emek üretkenliğini artıran teknolojilere doğru bükülürler– teorisinde tariflediği saldırgan rekabet davranışının gerçekten de kâr oranlarını düşürecek uzun erimli eğilimlere yol açtığını resmen gösterebilmiştir.

Shaikh’in teorisindeki rekabetçi davranışın kritik noktası, saldırgan fiyat kırma ve masraf kırma yönünde değişmez bir eğiliminin olmasıdır.

Okishio’nun modelinde yenilikçi kapitalistlerin, daha yüksek cari kâr yaratmak için daha verimli üretim yöntemlerini benimseyebilmesi, rakipleriyle aynı fiyatı sunarken daha düşük maliyetlerle üretim yapabilmesi demektir. Fakat Shaikh’e göre, bu varsayım kapitalist rekabetin içkin stratejik ve düşmanca doğasını reddeder. Oturup eski fiyatlardan daha fazla kâr sağlamayı beklemek yerine, Shaikh’in yenilikçi kapitalisti maliyet fiyatlarındaki bu yeni üstünlüğünü sopa olarak kullanarak, ürününü rakiplerinin maliyetini karşılayamayacağı fiyatlara acımasızca indirir. Böyle davranmaktan başka şansı yoktur der Shaikh, kapitalist rekabet alanında “başkalarının sana davranacağı gibi davranmak” oyunun kuralıdır.

Shaikh’in Oshikio’ya eleştirisinin zekice olduğunu kabul etmek gerek. Bireysel olarak, kapitalistler yalnızca kâr oranlarını artıracak üretim yöntemlerini tercih edecek olabilirler. Ancak yapamazlar, çünkü hayatta kalmak için kârları yok eden fiyatlara inmek zorunda kalırken bir yandan da hep daha sermaye yoğun yöntemleri benimsemek zorunda kalacakları yıkıcı bir rekabet oyununda mahsur kalmışlardır.

İşte Duncan Foley’in ifadesiyle “güzel diyalektik son”: kapitalizmi canlı tutan yegane güç –kâr odaklı teknik yenilik– aynı zamanda gerilemesinin temel kaynağıdır.

Rekabetten Kaçmak

Fakat tüm bunlar ancak böyle bir davranış biçimi gerçekten de Shaikh’in iddia ettiği gibi “iş dünyasında bir kural” ise mantıklı hale geliyor. Shaikh’in hatası da burada başlıyor, hem mantık hem de eldeki kanıtlar temelinde.

Shaikh için, firmalar arası rekabet devletler arası savaş gibidir. Fakat bu analoji çok isabetli değil çünkü devletler çoğu zaman savaşta değildir. Analojinin mantığı ile gidersek, Shaikh aslında  firmaların çoğu zaman birbiri ile rekabet içinde olmadığını iddia etmiş gibi görünür. Fakat söylediği ise kesinlikle bu değil: Kitabı boyunca yüksek sesle kusurlu rekabet teorilerine ve sektör içi rekabet yoğunluğunu azaltmaya çalışan tekeller fikrine karşı çıkar.

Devletlerin çoğu zaman savaşta olmamasının sebebi savaşın maliyetli olmasıdır. Savaş başlatmak ya da tetiklemek konusunda herhangi bir tereddüdü olmayan, bundan kâr sağlayabilecek liderler dahil –Richard Nixon’ı düşünelim– kendilerini daha kötüye götüreceğine inandıkları için çoğunlukla iktidardaki sürelerini savaşlardan kaçınmakla geçirirler.

Shaikh’in teorisine göre firmalar maliyeti düşüren yenilikleri, daha az etkiye sahip rakiplerine fiyat düşürerek zarar vermek için, düşmanca bir gayeyle uygularlar. Fakat uzun vadede bundan tam olarak nasıl bir nihai yarar sağlayacaklarını açıklamakta zorlanıyor. Metindeki bazı noktalarda, argümanının ilgili kısmına geldiğinde, metnin diğer kısımlarında farklı olarak muğlak ifadeler arasında kaybolduğunu görüyoruz: düşük maliyetli şirket saldırgan şekilde fiyat kırarak “avantaj sağlar”, yüksek maliyetli rakiplerine “geleceğin geldiğini”, “kıyametlerinin geldiğini” gösterir.

Fakat ya rakipleri lanetlendiklerini düşünmüyorlarsa? Ya onlar da sektörde kalabilmek için düşük kâr oranlarına razı oluyorlarsa? O zaman Shaikh’in rekabetin kuralı olarak sunduğu büyük oynamaya odaklı davranış biçimi yok olma riskine dönüşüyor –bu da akıllı bir kapitalistin kaçınacağı bir şey.

Bu olasılıklar üzerine bir spekülasyon değil. “üç seçkin McKinsey & Company uzmanının” yazdığı, fiyatlama üzerine bir kitap olan (Fiyat Avantajı) yöneticilere “fiyatlama savaşlarının nadiren kazananı ve çok daha az sağlıklı çıkanı olur” tavsiyesi veriyor. Bu sebepten ötürü “en iyi yönetilen şirketler fiyatlama savaşından kaçmak için olabilecek her yönteme başvurur.” Çoğu fiyatlama savaşı kazara olur, vizyon ve hesaplama hataları sonucu olarak: “Bilinçli bir rekabet taktiği olarak fiyat savaşı başlatmak nadiren olur – ve daha nadir olanı ne sektörün bütünü için ne sektör içinde savaş veren spesifik bir tedarikçi için olumlu bir sonuç sağlamasıdır.”

Neredeyse aynı tavsiye, Alman ücretlendirme uzmanı, küresel danışma firması Simon-Kucher’in kurucusu Hermann Simon’un yazdığı bir yönetici kitabında (Fiyatlandıran Adamın İtirafları) da geçiyor. Firmasının yıllık yönetici anketine yanıt verenlerin yüzde 82’si şirketlerinin, rakiplerinin başlattığı bir fiyatlama savaşı içerisinde olduğunu belirtirken, yalnızca yüzde 12’si kendi şirketlerinin bilinçli bir taktik olarak bu savaşa girdiğini söylemiş. “Eğer rakiplerinizin karşılık veremeyeceği kadar uç bir maliyet avantajınız yoksa, fiyatları düşürerek sürdürülebilir bir avantaj sağlayabilmek imkansıza yakındır” diye yazıyor Kucher.

Mckinsey uzmanları bu iddiayı tekrarlamakla kalmıyor, ekliyor da: “Eğer fiyat düşürerek pay artırmak ve kâr yükseltmenin sektörünüz için mantıklı bir strateji olduğu sanrısındaysanız, bir daha düşünün. Eğer baskın bir avantaja sahip değilseniz –bununla rekabetin en az yüzde 30 altında maliyetlerden bahsediyoruz– fiyatları düşürmek genelde intiharla sonuçlanacak bir fiyatlama savaşı başlatır.”

(Shaikh matematiksel hesaplamalarının bir yerinde, yenilikçi firmanın maliyet avantajından bahsederken  “yüzde 10 civarı dirençlidir” diyor.)

Bu sebeple Shaikh’in gerçek rekabet teorisinin geçerli olabilmesi için, gerçek hayattaki teknik yeniliklerin –bu uzmanlara göre– nadiren görülen ve neredeyse hiçbir zaman başarılı olamayan bir rekabet stratejisine dayanması gerekir.

Fakat niteliksel ifadelere güvenmek mecburiyetinde de değiliz. Geçtiğimiz yirmi yılda, üretim değişkenlerini en baştan, perakende ürün satışlarını da değişim seviyesinde ölçebilen devasa veri setlerine ulaşımın artması sayesinde geçmişte ancak muhtemel “akla yatkın” iddialar biçiminde ekonomistlerin modellemelerine giren mikro seviyedeki rekabet süreçlerini gözlemleyebiliyoruz.

Bu veri, Shaikh (ve Brenner’ın) teorisinin tasvir ettiği şekliyle, firmaların rakipleriyle aynı ürünü daha ucuza sattığı amansız fiyat rekabeti tablosunu devamlı reddediyor.

Fiyatlandırmadan çok, rekabet mücadelesinin asıl boyutu, literatür içinde bir makalenin tanımıyla “ayrıksı talep”: verili bir fiyattan bir firmanın satabileceği ürünün birim miktarı.

Çokça referans verilen 2014 tarihli bir çalışma, elli binden fazla şirketin yaklaşık yarım milyon ürününün değişim seviyesindeki satış verilerini analiz ediyor. “Sonuçlarımız, (kaliteden ya da tercih değişkenlerinden ortaya çıkabilecek) talep farklılıklarının piyasada başarının temel prensibi olduğunu gösteriyor.”

Ürünün cazibesi yüzde 50-70 oranında şirketin verili zamandaki çapına, yüzde 25’ten az oranda da fiyat veya maliyet farklılıklarına dayanıyor. Yazarlar zaman içindeki değişime baktıklarında “sonuçların çok daha net” olduğunu belirtiyor. “Görünen o ki büyüme tamamen şirketin cazibesine atfedilebilir.”

Durum neredeyse standartlaşmış ürünler üreten sektörlerde de aynı, örneğin oluklu mukavva ve hazır beton. Sayım Bürosu ve Şikago Üniversitesi ortaklığında çıkmış 2011 tarihli ufuk açıcı bir makale, özellikle bu sektörlerdeki binlerce fabrikanın üretim ve fiyatlarını ekim seviyesindeki sayım verilerini analiz ediyor. Onlar da farklı üretim ağları arasındaki farkın açıkça ve ısrarcı biçimde ayrıksı talebe bağlı olduğu sonucuna vardı. Ve bu farklar bir şirketin ömrü ve büyüme çapı açısından, maliyet ve fiyat üstünlüğüne göre çok daha güçlü göstergeler.

“Talep şoklarındaki bir standart sapmalık artış, fiziksel üretimdeki bir standart sapmadan çıkış olasılığındaki azalmadan 3-4 kat daha büyük olan çıkış olasılığındaki bir düşüşe karşılık gelir” diye belirtiyordu yazarlar. “Talep etkilerinin hayatta kalmak için baskın faktörlere dönüştüğü yorumundan kaçabilmek zor.”

Shaikh bir noktada Marx’ın kapitalist rekabeti iki cepheli bir savaş olarak tasvirini şık biçimde özetlemişti: emeğe karşı maliyetleri düşürmek için verilen mücadelede baskın silah makineleşmedir ve rakip firmaya karşı Pazar payı için verilen mücadelede baskın silah fiyat düşürmedir.

Her iki süreç de kâr oranlarını azaltma eğilimindedir: ilki sermaye yoğunluğu seviyesini artırarak, diğeri kâr oranlarını azaltarak.

Fakat, yeni mikro veri temelli araştırmalar üçüncü bir cephe diyebileceğimiz fenomenin merkezi önemini kanıtlıyor: silahın ürün farklılaştırma olduğu; rekabetin kendisine karşı mücadele. Ürün farklılaştırması fiyat ve maliyetten sağlanan rekabet başarılarından ayrışır, sermayenin bir başka alternatifi planlamasına izin verir, rekabet labirenti içerisinden geçen kâr koruyucu rota.

Schrödinger’in Teorisi

Kusurları ne olursa olsun, Shaikh’in düşen kâr oranı teorisi zengin bir kavramsal çerçeve içerisinde gelişerek teorik karşılıklar için yeni alanlar yaratıyor. Karşılaştırırsak, Brenner’in teorisi bize düşünecek çok daha az şey katıyor.

Görünürde, Brenner’in artık aşina olduğumuz hesabı çok doğrudan gözüküyor: küresel imalat sektörlerine giriş yapan düşük maliyetli üreticilerin savaş sonrası yok olması sayesinde, kronik bir aşırı kapasite sorunu imalat fiyatlarını ve bu yolla tüm kâr oranlarını geriletti. Sonucunda kârlılıktan yoksunluk düşük yatırım ve durağan büyümeye sebep oldu.

Fakat birçok eleştirmenin işaret ettiği gibi –2000 tarihli Tarihsel Materyalizm sayısında basılan bir makalesinde Brenner’in Küresel Çalkantı Ekonomisi eserini eleştiren Shaikh de dahil olmak üzere– ekonominin bir sektöründe fiyatların düşmesi (bu örnekte imalat) tüm kâr oranlarında önemli bir etki yaratmaz, çünkü bir sektörün çıktı fiyatları diğer bütün sektörlerin girdi fiyatlarıdır.

Brenner Küresel Çalkantı Ekonomisi’ni yazdığında bu gerçekten tamamen haberdardı. Bu yüzden de alternatif bir argüman eklemişti: Belki, aşırı rekabetten düşen fiyatların bir yan ürünü olarak, asıl ücretler yükseliyordu ve kâr oranlarındaki düşüşe bu sebep oluyordur.

Bu türden bir argüman, Brenner’i ücret sıkışması teorisine yönlendiriyor. Fakat Brenner’in kendisi ücret sıkışması teorilerinin keskin bir karşıtı, (doğru şekilde) ücret payının 1960-70’lerde gözlemlenen kâr oranı düşüşünü tetikleyecek kadar fazla yükselmediğinde ısrar ediyor.

Bu sebeple Küresel Çalkantı Ekonomisi kitabının ilerleyen kısımlarında, bir sektörde düşen fiyatların genel bir kâr oranları düşüşüne sebep olduğunu iddia ettiği asıl teorisine geri dönüyor –her ne kadar bir başka yerde bunun imkânı olmadığını belirtmesine rağmen.

Dolayısıyla, “durağanlığın” hakiki sebeplerine geldiğimizde, Brenner’in argümanı kriz teorilerinin Schrödinger kedisine dönüşüyor: Bakarsanız, aşırı rekabet teorisi ve bakmazsanız ücret sıkışması teorisi. Aynı kedi gibi, merak ikisini de canlı tutmuyor.

(Shaikh, Brenner’in eserinin “zor okunduğu” çünkü “farklı bölümlerdeki argümanların açıklayıcı olmadığı ve kimi zaman birbiriyle çeliştiği” eleştirisinde yalnız değil.)

Teorik seviyede daha ileri sorunlar da var. Brenner’in teorisi, düşük kârlılığı durgunluğa bağlayabilecek mantıksal inandırıcılığa sahip bir mekanizmaya sahip değil. Bir yandan, durgunluğun sebebinin düşük kârlılık sebepli yatırım azlığı olduğunu söylüyor. Fakat aynı zamanda, yine düşük kâr oranlarının da fazla yatırımdan kaynaklandığını iddia ediyor. Bunu okuyan biri eksik yatırımlarla geçen yılların kapasite aşımını sonlandıracağı yargısına varabilir –ya da alternatif olarak, bitmeyen aşırı yatırımların durgunlukla uyuşamayacağına. Fakat Brenner’in teorisinde hep bir şekilde ekonominin bütününü etkileyen bir kıtlık, devamlı kapasite aşımı ile birlikte yer alıyor.

Burada, alt metinde başka bir argüman olduğunu –belki bazı sektörlerdeki yatırım azlığının başka sektörlerde kapasite aşımı yarattığını ya da ardışık şekilde yokluk ve aşım döngüleri yaşandığını düşünmekten kendini alamıyor. Fakat bunların hiçbiri hem kronik hem devamlı hem de ekonominin tamamına yayılmış bir durgunluğu açıklayamıyor.

Bence en iyi açıklama en basit olanı: Brenner’in argümanı sadece muhakeme hatası taşıyor. Ya da isterseniz şöyle diyelim, aynı anda hem bir keke sahip olup hem de onu yemiş olamazsın.

Büyüyen Durgunluk

Fakat, tezle ilgili en ciddi sorunlar teorik değil empirik. Brenner’in teorisini takip edebilmekteki zorluğun bir kısmı ne teorisi olduğunu anlamak. Brenner bunu küresel “durgunluğun” köklerinin bir açıklaması olarak sunuyor –fakat bunu durgunluğun ne olduğunu tanımlamadan yapıyor. Kelimenin temel anlamıyla, 1973 sonrası ekonominin nasıl durgun olarak nitelenebileceğini anlamak zor.

Emin olmak için yazalım, 1973’ten beri, istisnai seviyede yüksek savaş sonrası büyüme oranları, Brenner’in tabiriyle “uzun süren patlama” bir daha tekrarlanmadı. Ve son on beş yıldır, en zengin ülkeler büyük bunalımdan bu yana görülmüş en olağandışı yavaş büyüme oranlarına sahip.

Fakat 1973 sonrası dönemi için, –Aaron Benanay’ın Brenner’in tezini New Left Review’de savunduğu makalesine atıfla “bazı ülkelerin… iyileşmeyi ancak diğer ülkelerin sırtından sağlayabildiği” – küresel ekonominin tamamı için geçerli bir “giderek kötüleşen durgunlaşma” tanımlaması kısaca yanlış olur.

Aşağıdaki grafik 1870’den bu yana 70 ülkede gayri safi yurt içi hasıla büyümesini, bu tarz istatistikler için standart kaynak olan Maddison Project Veri Tabanına dayandırarak gösteriyor. Grafikteki ülkeler dünya GSYH’sinin yüzde 83’ünü oluşturduğu ve 5,6 milyarlık bir nüfusu kapsadığı için, grafik “dünya” büyüme oranını, yaklaşık bir ölçüde temsil ediyor.

Rakamlar, iddia edilen uzun geri dönüş (1973’ten veri tabanındaki son yıl olan 2018’e kadar) boyunca, dünyada kişi başına yıllık gelir yüzde 2,53 oranında arttı –yüz yılı aşkın süreç içerisinde hem tarihsel ortalamanın (yüzde 2) hem de tarihsel boylamın (yüzde 2,16) çok üzerinde. Üstelik bahsedilen dönemin büyük bunalım ve izleyen senelerden çok daha ağır bir finans krizine tanık olmasına rağmen rakamlar böyle.

Diğer yandan, iddia edilen uzun süreli patlama (1948-1973) 1870 sonrası kapitalizmin 25 yıllık dönemleri içerisindeki en yüksek büyüme oranlarını gördü (3,51) –kıyaslanmaya yer bırakmayacak bir seviye.

Düşen Kâr Oranları: İstatistiksel Bir Serap mı?

Brenner’in düşen kâr oranı teorisiyle ilgili ikinci temel empirik sorun düşen kâr oranının kendisiyle ilgili ki varlığı bile soru işareti haline gelmiş durumda.

Kâr oranını tabiatı gereği ölçmesi zor. Her ne kadar kârları ölçmek çok ciddi veri zorluğu yaratsa da sorun bu değil. Ondan çok kârın paydası olan sermaye birikiminin ciddi bir sorun teşkil ediyor olması. (Shaikh, Kapitalizm: Rekabet, Çatışma ve Bunalımlar kitabının teknik ekler kısmının yaklaşık 150 sayfalık bir bölümünü sermaye birikimi ölçümündeki sorunlara ayırıyor.)

Sermaye birikimi parasal terimlerle konuşacak olursak, geçmiş tüm fiziksel yatırımların toplamından (inşaat, donanım, yazılım, vs.) amortisman ya da eskimeye bağlı tüm geçmiş yıpranma paylarını çıkardığımızda elde kalanı ifade etmelidir. (Güncel fiyatlar ve tarihsel fiyatlar karşılaştırmasından ortaya çıkan daha farklı karışıklıklar da var ancak şimdilik onları bir yana bırakıyoruz.)

Yıllık yatırım harcaması akışının ölçümü görece daha doğrudan bir işlem fakat aynısı yıpranma payı için söylenemez. ABD’ye dair acı gerçek, tüm resmi sermaye birikimi ölçümlerinin hala sadece kırk yıl önce iki akademisyen Frank C. Wykoff ve Charles R. Hulten tarafından üretilmiş olan bir varlık yıpranma oranı hesaplama setine dayanıyor olması.

Bu ciddi bir sorun çünkü varlık hizmet ömürlerindeki en ufak değişiklikler ölçülen sermaye birikiminde devasa etkiler yaratabilir: zamanda verili bir anda ortalama bir sermaye varlığının ömrü ne kadar uzarsa o kadar yıllık birikmiş yatırım sermaye birikiminde ifadesini bulur ve kâr oranını o oranda düşürür.

Emek İstatistikleri Bürosu ve İktisadi İş birliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD), resmi sermaye birikimi hesaplamalarının yaklaşık kesinliğini bile sorgulatan uzun süreli şüpheleri haklı çıkardı.

Geçtiğimiz Ocak ayında yayınlanan, yıpranma payına dair bir OECD belgesi, “farklı ülkelerdeki istatistik kurumları, varlıkların yıpranma ve tedavülden kalkmalarına dair birbirlerinden çok farklı varsayımlar kullanıyorlar,” ve “yıpranma ve tedavülden kalkma modellerinin” hesaplanması “çok az ampirik veriye ve eski araştırmalara dayanıyor.”

Ardından belgede ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’daki sermaye birikimi hesaplamada kullanılan yöntemler karşılaştırılarak, ABD haricindeki diğer beş ülkede yıpranma süresinin “ABD’de kullanılanlara kıyasla ya yüksek ya da çok daha yüksek” olduğu sonucuna varılıyor. Diğer ülkelerin istatistiksel yöntemlerini uygulamak “ABD özel sektöründeki net yatırım oranı ve net sermaye birikimini üçte birine düşürür” –ki bu da tabii ki ölçülen kâr oranlarında büyük bir yükselme etkisi yaratır.

Ne kadar büyük bir yükselme olabileceği, BLS ve Ekonomik Analiz Bürosundan bir grup ekonomi araştırmacısı tarafından yazılan ve BLS’ye ait Monthly Labor Review’de yayınlanan bir makalede gösteriliyor –bu iki kurum birlikte ABD’nin resmi sermaye birikim istatistiklerini üretiyor.

Araştırmacılar, yıpranma ölçümüne dair fikir sahibi olmak için Kanada’ya bakıyorlar. Kanada sermaye birikim ölçümleri, 1980’lerin ortalarından beri Kanada İstatistikleri yıpranma ve aşınma, tedavülden kalkma, yeniden satış değerleri, vs.ye dair bilgi toplamak için yıllık olarak tüm işletmelerin katılmasının zorunlu olduğu bir araştırma yaptığı için görece güvenilir. Kırk yıllık çalışmaların kullanıldığı bir yöntem olduğu için de açık ara farkla çok daha ileri.

Araştırmacılar, Kanada’nın varlık ömrü verileri ABD verilerine işlenirse, ölçülen ABD sermaye birikimine ne olacağını görebilmek için, Kanada’nın rakamları temel alınarak oluşturulmuş, ABD’nin yıpranma oranlarını hesaplayan iki alternatif zaman dizisi oluşturdu.

Ortaya çıkan kâr oranı farkı ancak devasa olarak tanımlanabilir. Resmi ABD sermaye birikimi hesaplamalarının işaret ettiği net kâr oranı, 1985 yılından beri yüzde 18 ile 20 arasında bir durağanlıktayken, Kanada yıpranma modeli kullanılarak oluşturulan hesaplama, ABD kâr oranlarının neredeyse ikiye katlandığını, 1980’ler sonunda yüzde 16’dan pandemi öncesindeki dönemde yüzde 28 ile 32 arasına çıktığını gösteriyor.

Ölçülen yıpranma oranlarının güvenilmezliği, düşen kâr oranları önermesine dayanan ekonomik performans teorileri için ciddi bir sorun teşkil ediyor çünkü, görünen o ki hesaplanan kâr oranlarında 1960’lardan beri görülen düşme tamamen ölçülen yıpranmadaki değişikliklere atfedilebilir.

Bunu göstermenin basit bir yolu, Massachusetts Üniversitesi’nden Deepankar Basu’nun liderlik ettiği bir grup Marksist ekonomistin, onlarca ülkedeki kâr oranları verilerine dayalı olarak hazırladıkları online bir interaktif araç olan World Profitability Dashbord’un sunduğu verilere bakmak olacaktır. Ana sayfadaki grafik, belli ki düşmekte olan “dünya” kâr oranlarını gösteriyor –veri kümesi, 1960’dan bu yana 25 ülkenin ortalama kâr oranlarından oluşuyor.

Web sitesinin grafiği bu şekilde:

(Ölçülmüş) yıpranma trendlerinin, bu aşağı yönlü gidişteki etkisini göstermek için, kâr oranlarını iki bileşene ayırdım: basitçe yıllık brüt yatırımın yıllık brüt kârı olan “yıpranmamış” kâr oranları ve ölçülmüş sermaye birikimi içindeki yıllık brüt yatırımlarını ifade eden “yıpranma faktörü”. Kâr oranı, tanımı gereği, bu iki rakamın ürünüdür.

1960-1973 ve 1973-2019 yılları arasında “dünya kâr oranı”, World Profitability Dashboard’da gösterildiği üzere dörtte bir oranında düşmüş (ortalama yüzde 9,9’dan 7,2’ye) – fakat bu düşüş “yıpranmamış” kâr payında yaklaşık beşte birlik bir artışa rağmen olmuş (örneğin kâr-yatırım oranı, 0.99’dan 1,16’ya çıkmış). Düşüşteki ana gerekçe yıpranma faktöründe yaklaşık yüzde 40’lık bir gerileme yaşanması.

Bu çok gizemli bir teknik mesele değil. Düşen kâr oranları yatırımların git gide daha az kazançlı yatırımların işareti olması gerekir –her bir dolarlık yatırımın karşılığı olarak giderek daha az dolar değerinde kâr getirmesi anlamına gelir. Fakat veriler açıkça yaşananın bu olmadığını gösteriyor: güncel kârların güncel yatırımlara oranı düşmüyor, yükseliyor.

(Basu veri tabanı hükümet ve gayrimenkul sektörlerindeki yatırım verilerini de içeriyor, fakat aşağıdaki Eurostat verilerine dayalı grafik, bu sektörler çıkarıldığında da temel ilerleyişin en azından 1960’tan beri dört büyük ülke için sürdürdüğünü gösteriyor.)

Koordinasyon Hataları

“Çok açık ki” diyor Brenner, “uzayan kriz süreçlerinin kapitalizme içkin olduğu devrimciler için çok rahat söylenebilecek bir şeydir.” Sunduğu argüman üç adımda özetlenebilir: (1) krizler kapitalizmin plansız, kaotik doğasından kaynaklanır (2) bu yüzden, “hükümetler krizi engelleyemez.” (3) hükümetlerin krizleri engelleyememesi devrimci siyasete meşruiyet kılar.

Fakat kapitalist krizler yalnızca planlama yoksunluğuna indirgenemez. Kapitalizm öncesi toplumlar da planlamadan yoksundu fakat (Engels’in Anti-Dühring’de gözlemlediği gibi) kriz yaşamıyorlardı. Kriz ekonominin on binlerce tekil birimi arasındaki bir koordinasyon başarısızlığıdır –gayri menkullar, firmalar, topraklar, vs. Kapitalizm öncesi ekonomiler kriz yaşamamıştı çünkü koordine edilmesi gereken iş bölümü başta çok sınırlıydı.

Buradan yola çıkan tüm makul teoriler modern kapitalizmin krizinin planlama eksikliğinden değil fakat gereğinden fazla genişletilmiş iş bölümünden yola çıktığına varacaktır. Bu genişleme sonucu çok fazla yayılmış olan iş bölümü sebebiyle, milyonlarca ya da milyarlarca insanın eylemlerinin dakika başı kontrol edilmesi gerekir ve bu karmaşık koordinasyonu bozabilecek en ufak şey üretim çarklarını sıkıştırabilir.

Tüm modern ekonomileri hassaslaştıran şey genişletilmiş iş bölümünün –ister kapitalist ister merkezi planlama olsun– koordinasyon hataları ve bu sebeple farklı türde krizlere sebep olmasıdır. Kapitalizm altında bu tarz hatalar müessir talep açıkları olarak karşımıza çıkar, bu da işsizliği yaratır. Merkezi planlamalı sosyalizmde ise sanayinin farklı dalları arasında Hilferdingesk bir uyumsuzluk biçiminde görülür ve kendine özgü kesintiler yaratır. (Kesintiler de üretim bölümündeki yavaşlama olarak ortaya çıkan gizli işsizliğe, Janos Kornai’nin terminolojisiyle “verimsiz gevşemeye” sebep olur.)

Brenner “kriz süreçlerinin uzaması” fenomenin yeniden ortaya çıkması ile üretim biçimindeki sistemli dönüşüm ihtimali arasında bir bağlantı görmekte haklı. Fakat bunu sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak görmekte haksız. Tarihsel olarak, bu bağlantı yalnızca “yanlış yönde” işledi: giderek uzayan ekonomik kriz süreçleri sosyalizmden kapitalizme dönüşe mahal verdi, fakat hiç tam tersine tanık olmadık.

1890’larda “ani ve etkili” bir “patlayan iş hacmine bağlı zenginlik” dönemi başladı –Eric Hobsbawn’ın Birinci Dünya Savaşı öncesinde imparatorluklar çağındaki Belle Epoque (Güzel Dönem) tasvirindeki gibi “kapitalizmin geleceği ile ilgili kasvetli bir hava, hatta mutlak çöküş bekleyen herkesin yanıldığı kanıtlandı.” Marksizmin ilk büyük entelektüel krizi olan revizyonizm tartışması da sistemin beklenmeyen şekilde yeniden canlanmasından kaynaklandı.

Fakat yine de daha bu yıl, New Left Review’de Brenner’in tezini savunan Benanav, “süreç içerisinde hangi ilerleme ve gerilemeleri yaşarsa yaşasın, kapitalizmin gücü tükeniyor gibi gözüküyor” diye bir kehanette bulundu. Umutlar gerçekten de tükenmiyor: dünyada büyüme oranları, “patlama yaratan” Belle Epoque yıllarında ortalama yüzde 1,4’tü. İddia edilen uzun gerileme 1973’te başladığında bu rakam 2,5 idi.


[1] Editör notu: Hristiyanlık içerisinde, gelecekte kusursuz barışın ve mutluluğun sağlanacağı inancına işaret eden bin yılcılık burada, Marksizm içerisinde kapitalizmin kendi krizi ile yıkılacağına inananlara dair bir yakıştırma olarak kullanılıyor.

Künye
TMMOB
Makina Mühendisleri Odası
Bülteni ekidir.
Üç Ayda bir elektronik ortamda yayınlanır.
YAYIN TARİHİ
Kasım 2024
Cilt: 65 Sayı: 778
MMO ADINA SAHİBİ
Yunus Yener
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yunus Yener
YÖNETİM YERİ
Meşrutiyet Cad. No: 19/6 06650 Kızılay Ankara
Tel: +90 312 425 21 41
Fax: +90 312 417 86 21
E-posta: mmo@mmo.org.tr
Web: www.mmo.org.tr
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO
TMMOB