Emperyalizm Üzerine Bir Söyleşi*
Prof. Dr. Korkut BORATAV
Bu yıl TMMOB Sanayi Kongresi 2025 için seçilen ana temanın [Emperyalizmin Yeni Biçimleri ve Sanayileşme Stratejileri] çok yerinde olduğunu, güncel, hatta hayati olduğunu düşünüyorum. Gerekçelerini, nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sevgili arkadaşlar; emperyalizm TMMOB Sanayi Kongreleri’nde ana tema olarak değilse bile, arka planda daima yer adlı. Bildirilerde de emperyalizmin önemli bir uzantısı veya sonucunun daima yer aldığını gözledik: Neoliberalizm eleştirileri ve analizi, hem Türkiye’deki, hem de dünyadaki boyutlarıyla kongrelerimizde sürekli incelendi, tartışıldı. Son yarım yüzyıla damgasını vuran neoliberalizmin kaynağında emperyalizmin olduğu hususunda da yaygın görüş birliği olduğunu düşünüyorum.
Biraz açayım: Emperyalizmin 1980’li yıllardan temel bir dönüşümü hem merkez, hem de çevre ülkelerindeki iktisat politikalarının ve uluslararası ekonomik ilişkilerin “neoliberal” diye adlandırılan doğrultuda biçimlenmesi ile gerçekleşti.
Neoliberal karşı devrimi, sermayenin sınırsız tahakkümünü yerleştirme tasarımı olarak adlandırabiliriz. Batı’da 1980 sonrasında Thatcher, Reagan ikilisinin temsil ettiği politikalarla; çevre ülkelerinde ve uluslararası ekonomik ilişkilerde IMF/Dünya Bankası’nın yapısal uyum/reform politikalarıyla hayata geçirildi. Latin Amerika ve Türkiye’de askerî darbelerin de önemli katkısı oldu. 30 yıllık Altın Çağ döneminde sözü geçen tahakkümü aşındırmış olan emek ve bağımsızlık yanlısı dönüşümlerin tasfiyesi, son elli yıl boyunca egemen sermaye blokunun (açıkçası emperyalizmin) ana gündemini oluşturdu.
Bu neoliberal dönüşüm bizim kongrelerde sürekli incelendi; eleştirildi. Bunlar, iktisat ağırlıklı emperyalizm incelemeleridir. Odamızın ihtisas alanı da kongrelere elbette damgasını vurdu: Türkiye’de sanayinin ve sanayi politikasının sorunları neoliberal politikalar çerçevesinde daima yer tuttu.
Ne var ki, emperyalizmi gündeme aldığımız anda son çeyrek yüzyıla damgasını vuran bir gelişmenin çok da önemli olduğunu, ihmal edilmemesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Emperyalizm, 1980’le aşağı yukarı yüzyılın sonuna kadar dünyayı iktisat politikaları ile biçimlendirmeye çalıştı. Çevre ülkelerindeki askerî darbeler dışında şiddete başvurmadı.
Neoliberal politikaların yol açtığı insanî felaketler, askerî darbeleri gerektirmeyebilir. Bunlar daima vardır ve trajik boyutlara ulaştığı kıta Afrika’dır. Afrika’da köylü tarımını koruyan destek politikalarının tasfiyesi kıtlık, açlık, topraksızlık, yoksulluğun yoğunlaşması, açlık gibi yansımalar “barışçı, rıza ürünü” neoliberalizmin özellikle Afrika’daki eserleridir.
Emperyalizmde vurgulamak istediğim değişim, yirminci yüzyılın sonunda başladı. Ulusal kurtuluş savaşlarının sömürgeciliğe son vermesi, BM gözetiminde barışçı bir dünya sistemine yol açmadı. Reel sosyalizmin Avrupa’da bunalıma girerek tasfiyesi emperyalizmin saldırganlaşması ile eş-zamanlıdır. 1990’lı yıllardan günümüze kadar uzanan bir zaman dilimi içinde emperyalizmi inceleyeceksek, geleneksel iktisadî boyutlarla sınırlı kalmak yetersizdir, eksiktir.
ABD ve Batı Avrupa emperyalizmlerinin çoğu kez ittifak halinde Balkanlardan başlayarak, Ukrayna’ya, Karadeniz kıyılarına uzanan; Orta Doğu’dan Afganistan’a sıçrayan geniş coğrafyada bir dizi rejim (hatta “sistem”) değiştirme operasyonlarına tanık olduk.
Yugoslavya’nın parçalanmasında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında, Doğu Avrupa’daki reel sosyalist rejimlerin tasfiyesinde, neoliberal şok tedavi biçimindeki iktisat politikaları yetersiz kaldı. Sistem dönüşümünü, gerekirse şiddet yoluyla sağlama, denetleme yöntemleri öne çıktı.
Sovyetler Birliği’nin dağılma döneminde fark ettik ki, emperyalizmin “genç” döneminde, 19’uncu yüzyıl ve sonrasında Batı Avrupa devletleri arasında yerleşik olan Rusya fobisi devam etmektedir. Rusya bir devlet ve millet olarak “uygarlık düşmanı”, ezilmesi gereken habis bir güç olma özelliğini sürdürmektedir. Sosyalist sistemi temsil eden sınıfsal bir tehdit olmasının dışında bir “husumet” algısı, Fransa, Britanya ve Almanya’da içkinleşmiştir. Bu algılama Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra devam etti ve bu nedenle önce Yeltsin, sonra da Putin yönetiminde kapitalistleşen yeni Rusya rejimine verilen taahhütler sistematik olarak çiğnendi.
Amerika Birleşik Devletleri de Batı Avrupa’da yaygınlaşan bu çizgiyi uç noktalarda sahiplendi. Neo-con fanatizmi temsil eden ABD çevrelerinde de “bugünkü özellikleriyle kapitalistleşse dahi Rusya yok edilmelidir; parçalanmalı, dağıtılmalıdır…” görüşü yaygınlaştı. Yeni Rusya’da bu tutumu doğru algılayan lider Yeltsin değil, Putin oldu. Bunun yansımasını Ukrayna Savaşı’yla yaşamaktayız.
Bu topluluktaki arkadaşlarımın bu konudaki tutumlarını bilemem. Bazı “sol” ve “liberal” çevrelerde de “Rusya ve Çin, emperyalizmin yeni hortlamış biçimleridir” görüşlerin yerleştiğini biliyoruz. Bu akımla burada tartışmak gereksiz; ama bu soruna Marksist bir perspektifle yaklaşmamız gerektiğini ifade edeyim.
ABD’de Obama ve Biden’ın temsil ettiği Demokrat Parti yönetimleri, Rusya ve Çin karşıtlığını açıkça benimsedi. Ukrayna Savaşı da Demokrat Parti iktidarının AB ile Kiev’de ortaklaşa örgütlediği bir “renkli darbe” ile başlatıldı. Rusya’yı zayıflatmayı, sarsmayı, gerekirse çökertecek bir vekalet savaşı bu arada tasarlandı.
Vekalet savaşı, emperyalizmin güncel terminolojisinin bir kavramıdır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam Savaşı’ndan sonra algıladığı bir olguya dayanmaktadır. Amerikan halkını sıradan askerler olarak savaşlara katmak imkansızlaşmıştır; parasal teşvikler dahi yetersiz kalmaktadır. Onların yerini alarak silahlı olarak savaşacak katılacak “vekiller” bulunmalıdır. Vekalet savaşı modeli önce Orta Doğu’da uygulandı.
Batı İttifakı şu anda, Rusya’ya karşı bir savaşı Ukraynalıları “vekil olarak” kullanarak uygulamaktadır. Savaş Ukrayna sınırlarını aşmakta, Rusya’yı çökertmeyi hedeflemektedir. Ahlaksızca da ilan ettiler ki, “savaş son Ukraynalıya kadar devam edecek…” Cephelerde Amerikalı, İngiliz askerleri değil, Ukraynalılar telef olacak… O kadar ki, Ukraynalıların savaş kayıpları ülkede bir demografik kriz yarattı. Askere alınacak genç nüfus tükendiği anda Ukrayna teslim olacaktır.
Saldırganlaşan emperyalizmin diğer boyutu Orta Doğu’da yaşanmaktadır. İkiz Kuleler saldırısı sonrasında ABD’nin neo-con yönetimi bir Teröre Karşı Savaş ilan etti. Yıkılarak değiştirilmesi gereken “terörist rejimler” teker teker tespit edildi. Ne var ki, ilk hedefler İslamcı iktidarlardan değil, öteden beri emperyalizm ile barışık olmayan laik, göreli olarak ilerici Arap ülkeleri arasından seçildi: Kaddafi, Saddam ve Esad yönetimlerindeki Libya, Irak ve Suriye… Bu ülkeler dönük savaşların ABD ve Britanya’da tasarlandığını; Fransa’nın, kısmen NATO’nun da katılımıyla uygulandığını gördük.
Bu noktada kritik bir soru gündeme geliyor: Cihatçı İslam nereden kaynaklandı? Karşımıza yine Amerika çıkıyor. 1979’u izleyen on yıl boyunca, ABD Afganistan’daki Sovyet birliklerine karşı İslam coğrafyasından çok sayıda Mücahit savaşçısı örgütledi, donattı. Afganistan’da kurulan Taliban rejiminin savaşçıları, kadroları böylece oluşturuldu. Ekonomik sorunlarla cebelleşen Sovyet rejiminin son bulmasına Afgan iç savaşının önemli katkı yaptığı da bilinmektedir.
Sonraki yıllarda Libya, Irak ve Suriye’deki laik rejimlere karşı savaş açan ABD emperyalizmi ve müttefikleri, doğrudan hava kuvvetlerine (bombardımanlara) dayandı; ama vekâleti üstlenen ayak takımı saflarında Afganistan’da “yetişmiş” çok sayıda Cihatçı militan da yer aldı. Örneğin Suudi vatandaşı Usame’nin liderliğindeki El Kaide mensupları içinde, ABD’nin Afganistan iç savaşına kattığı sonra da “unuttuğu” Arap Cihatçıları önem taşır.
Cihatçı üretimi diyebileceğimiz bu programın Amerikalı mimarı ve ilk yürütücüsü, 1979 sonrasında Carter yönetiminin Ulusal Güvenlik Danışmanı fanatik anti-komünist Zbigniew Brzezinski’dir. Bu programın başlangıcını, hedeflerini ve ilk aşamasını Ocak 1998’de Fransız dergisi Le Nouvel Observateur’e anlatmış.
Oradan öğreniyoruz ki, Brzezinski Temmuz 1979’da Başkan Carter’ı ikna etmiş ve ABD Gizli Servisi, Afganistan’daki Sovyet-yanlısı laik hükümete muhalif çevreleri silahla donatmaya ve bir direniş hareketi için desteklemeye başlamıştır. Brzezinski bu direnişin Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini tetikleyeceğini ummaktadır.
Bu beklenti gerçekleşti; yedi ay sonra, Ocak 1979’da Sovyet ordusu Afganistan’ı işgal etti. Sonraki on yıl boyunca Sovyet helikopterleri, birlikleri modern Amerikan araçlarıyla donanmış Taliban çetelerine karşı beyhude savaştı. Afganistan işgali de Sovyetler Birliği’nin son bulmasına önemli katkı yaptı.
Fransız gazeteci 1998’de Brzezinski’ye soruyor: “İslam köktendinciliğini desteklemiş olmaktan ve gelecekteki teröristleri silahlandırmaktan pişman değil misiniz?” Yanıt ilginçtir; emperyalizmin muhakemesini yansıtmaktadır:
“Niçin pişman olayım? Rusları Afgan tuzağına çektik; onlara Vietnam savaşını armağan etmiş olduk. Sonraki on yıl boyunca Moskova’nın sürüklendiği savaş batağı, Sovyet imparatorluğunun da sonunu getirdi. Dünya tarihi açısından hangisi daha önemli? Taliban mı? Sovyet imparatorluğunun çöküşü mü? Üç-beş Müslüman’ın rahatsızlığı mı? Doğu Avrupa’nın özgürleşmesi mi?”
Bu söyleşiden üç yıl sonra Suudi vatandaşı dört El Kaide militanı New York’taki İkiz Kuleler’e saldırdı; 3000’e yakın Amerikalı öldürüldü. Bush yönetimi Usame ve El Kaide’yi de teröristler kategorisine ekledi; Taliban yönetimindeki Afganistan da “rejim değiştirme operasyonları listesine” eklendi. ABD ve müttefikleri Kabil’de yönetime geçti. Ağustos 2021’de (1975’teki Saygon’u hatırlatan) traji-komik görüntüler içinde Kabil’i terk edeceklerdi.
Brzezinski’nin söyleşisi göstermektedir ki İslamcı Cihat, uluslararası bir güç olarak ABD emperyalizminin ürünüdür. Yaratıcısını tehdit edebilen Frankestein konumuna çıktığını İkiz Kuleler saldırısında göstermiştir. Sonraki çeyrek yüzyıllık dönemde bazen emperyalizmin ayak takımı olarak rejim değiştirme operasyonlarına katkı yaptı (Libya, Suriye). Bazen de (Afganistan’daki Taliban gibi) bu operasyonların hedefi, mağduru oldu.
Emperyalizm, böylece tarih sahnesinde bir kez daha saldırganlaşarak; şiddet ve savaşların yaratıcısı olarak yer almaktadır. Bu nedenle de emperyalizmin eleştirel analizini iktisat boyutunun ötesine taşımak gereklidir. 2025 Sanayi Kongresi’ne bu doğrultuda katkıları çağırmalıyız.
Son çeyrek yüzyıl içinde Balkanlarda başlayarak Kuzey Afrika üzerinden Afganistan’a kadar uzanan bir coğrafyada savaşların emekçi sınıflar üzerindeki yıkımı, 20’nci yüzyılın iki Cihan Savaşı’nı, ayrıca sömürge savaşlarını andıran boyutlara yaklaşmaktadır. Niteliksel değişmeler daha hafif değildir. İktidarlar yıkılmakta; toplumsal yapı çökmekte; insanî felaketler, İslam coğrafyasından Türkiye ve Libya üzerinden Batı Avrupa’ya göçleri tırmandırmaktadır.
Dahası, neoliberal şok ve “reform” politikalarının Siyah Afrika ve Latin Amerika’da yarattığı yoksullaşma ve bölüşüm şokları Güney’den Avrupa ve ABD’ye insan akımlarını tırmandırmakta eklenmektedir. Batı Avrupa ve ABD işçi sınıfları sıkıntıdadır: Neoliberal dönemde ucuz emek arayan sanayi sermayesi üretimi Güney Doğu Asya, Çin ve Meksika doğrultusuna taşırken Doğu’dan ve Güney’den akan göçmenler ücretleri baskı atında tutmaktadır.
Bu kargaşanın ideolojik ve siyasal şoklarını yaşamaktayız. Irkçılık ve faşizm yaygınlaşmakta; geleneksel sol ve merkez akımlar neofaşizme yenik düşmektedir.
Salt savaşlara odaklandığımızda geleneksel savaş hukuku artık gündemde değildir. Zincirleme savaşların, tedhişin ve soykırım içeren şiddetin insanî yansımalarını gözlüyoruz. Lancet’in uyguladığı bir yönteme göre Orta Doğu savaşlarının on yılda yol açtığı ölümler milyonları aşmış; Gazze’deki soykırım iki yılda Filistinli nüfusun 10’da 1’ini doğrudan yok etmiş veya erken ölümlere yol açmıştır. Bu felaketin canlı manzaralarını dünya kamuoyu TV yayınlarından, bazen canlı olarak izledi. İzleyen genç kuşaklarda kalıcı izler yaratması kaçınılmazdır.
Orta Doğu savaşlarında liderlerin öldürülmesi önceliklidir. Trump İran’ı bombalamaya başlarken Ayetullah Hameney’i “nerede saklandığını biliyoruz; kolay bir hedef, ama şimdilik öldürmeyeceğiz…” (“take him out”) diye tehdit etti.
Boş bir tehdit değil… Bu savaş yıllarında Arap-İslam dünyasından üç liderin öldürülmesini dünya kamuoyu TV yayınlarından izleyebildi.
Birincisi Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin. Saklandığı bir mekânda ABD birliklerince yakalandı. Bir ABD üssünde gözaltında tutularak işgal altındaki Irak hükümetinin kurduğu bir Özel Mahkeme tarafından yargılandı. İdama mahkûm edildi. Temyiz başvurusu üç haftada reddedildi. Aralık 2006’da idam edildi. İdam sahnesini aktaran TV yayınını izledim; Şii militanların hakaretlerini dinlerken idam edildi.
İkincisi El Kaide lideri Osama bin Laden’dir. ABD liderliğinde Batı İttifakı’nın Afganistan’ı işgali sonrasında Pakistan’ın Abbotabad kentinde bir hücre evinde saklanmaktaymış. CIA, Pakistan istihbaratıyla iş birliği sonunda bu tespiti kesinleştirmiş; özel birliklerin yürüteceği ve Osama’nın öldürülmesini hedefleyen operasyon Başkan Obama tarafından onaylanmış.
24 kişilik özel kuvvetler ekibi 40 dakikada Osama’yı öldürerek operasyonu tamamlıyor. Osama dışında üç erkek, bir kadın dört kişi daha öldürülüyor. Osama’nın büyük oğlu Halit bunların arasındadır. Obama’nın cesedi daha sonra uçaklardan denize atılmış; sitenin sağ kalan sakinleri Pakistan yetkililerine bırakılmıştır.
Başka Obama operasyonu 11 Mayıs 2011’de Beyaz Saray’da canlı olarak izledi. O video daha sonra TV’lerde de yayımlandı. Ben de operasyonu değil, bu videoyu izledim. Operasyonun bitiminde Obama “onu yakaladık” (“we got him”) derken adeta maçı kazanmışçasına rahatlamaktaydı.
Öldürülen liderler listesinde Muammer Kaddafi’nin sırası yedi ay sonra Ekim 2011’de geliyor. NATO birlikleri Libya’yı bombardıman etmekte; başkent Trablus işbirlikçi Ulusal Geçiş Konseyi (NTS) denetimine geçmiştir. Kaddafi, taraftarlarının kontrolündeki Sirte’ye geçmek üzere bir konvoyla firardadır. Kaddafi konvoyu Britanya istihbaratınca tespit edilmiş; Fransız uçakları tarafından bombalanmış; Kaddafi’nin de aracı isabet almıştır.
Sonrası, yaralı Kaddafi’ye işkence eden Cihatçı NTS militanlarının çektiği videolardan öğreniyoruz. Bunlardan birini bir TV kanalı aktardı; ben de izledim. Cihatçılar Kaddafi’ye hakaretlerle işkence yapıyor; birisi süngüsüyle taciz ediyor. En utandırıcı bir başka videoda ise Obama’nın Dışişleri Bakanı Bn. Hillary Clinton, Kaddafi’nin işkenceyle öldürüldüğü videoyu seyretmektedir ve sonunda Jül Sezar’a atfedilen sözleri söylemektedir: “Veni, vidi, he died…” Türkçesi “geldim; gördüm ve öldü…”
Bir askerî zafer sonrasında Jül Sezar’a atfedilen ünlü ifadeyi 2011 yılında Kaddafi’nin ölümü sonrasında muzaffer bir üslupla kullanması, bir devlet başkanının maruz kaldığı müstehcen bir savaş cinayetinin itirafı değilse, sadece Amerikalılara özgü şımarıklıkla yorumlanabilir?
TMMOB Sanayi Kongresi’nin ana teması olan emperyalizmin içeriğini de hakkıyla doldurmamız lazım. Çok hayati bir uzantısı olan Savaş ve Barış konusunu muhakkak içermemiz gerek. 2025’te nükleer bir savaş eşiğini yaşamakta olduğumuz için…
Haziran ortasındaki İsrail/ABD ittifakıyla İran arasında gerçekleşen 12 günlük bombardıman düellosunu kastetmiyorum. Kolayca sağlanan ateşkes o çatışmanın nükleer boyuta ulaşmasının pek olası olmadığını gösterdi.
Gerçek tehdit Batı İttifakı’nın Ukrayna’da Rusya’yla sürdürdüğü vekâlet savaşındadır. Biden döneminde bu savaşın nükleer bir eşiğe taşınma olasılıkları Putin tarafından “Rusya’nın yeni nükleer doktrini” olarak dünya kamuoyuna açıklanmıştı.
Bu doktrini aktarayım: “Nükleer olmayan bir devlet (örneğin Ukrayna), nükleer bir devletin (ABD, Fransa, Britanya’nın) veya (NATO gibi) bir devletler topluluğunun desteği ve ortaklığı ile Rusya’nın varlığını tehdit eden bir saldırı yaptığında; Rusya’nın saldırıya katkı yapan tüm devletlere ve devlet topluluğuna karşı nükleer bir tepki gösterme hakkı doğar.
Bu uyarıya rağmen Kasım 2024’ten bu yana Ukrayna savaşında Rusya’ya bu türden saldırılar Batı ittifakı tarafından birkaç kez yapıldı. Sonuncusunda, 1 Haziran 2025’te Rusya’daki beş askerî havaalanındaki uzun menzilli ağır bombardıman uçakları hedeflendi. Sabotajları Ukrayna birlikleri uyguladı; saldırının projesinin ve teknolojik dizaynının İngiltere tarafından yapıldığı biliniyor. Komuta merkezinin de (muhtemelen Ukrayna’da fiilen konuşlanmış) NATO tesislerinde olduğu tahmin ediliyor.
Rusya askerî havaalanlarına dönük son saldırının bir başka özelliği de var: Uzun menzilli ağır bombardıman uçakları açıktaydı; gizlenmemişti. Nedeni, Rusya’nın ve ABD’nin imzaladığı SALT [The Strategic Arms Limitation Talks] Anlaşması’dır. Anlaşma, nükleer silahların sınırlandırılmasını düzenlemekte; olası bir nükleer savaşın “ilk hamlesini yapmayı” engellemektedir. Anlaşmanın kurallarından birine göre nükleer bir saldırıyı yapabilecek uzun vadeli bombardıman uçakları saklanmayacak, gizli olmayacaktır. Rusya’daki askeri havaalanlarında da rakip tarafın (örneğin ABD’nin) uzay gözlemeleriyle izleyebileceği bilinen yerlerde korunaksız bulunacaktır. Aynı sınırlama rakip ülke için de geçerlidir. Şubat 2026’ya kadar geçerli olan SALT anlaşmasının bu kuralı, tarafların birbirlerine ilk vuruşunu önlemek için konulmuştur.
Ne var ki, 1 Haziran 2025’te bu ilk vuruşu Ukrayna Gizli Servisi gerçekleştirdi. Batı istihbaratının yönlendirdiği bu birlikler, SALT Anlaşması’nın sağladığı bilgileri kullanarak Rusya’daki beş stratejik havaalanında nükleer bir savaşta kullanılabilecek ağır bombardıman uçaklarının %3 veya %5’ini tahrip etti. Bu, SALT Anlaşması’nın ABD tarafından açık ihlalidir. Hatta (belki “aşırı” bir yorumla) nükleer bir savaşın “ilk vuruşu” olarak da yorumlanabilir.
Bu nedenle Haziran saldırısından sonra Putin, Amerika’yla teması olan tüm kanallarında soruyor: “Trump haberdar mıydı? Onayladı mı?” Trump bilmekteyse Amerika fiilen Rusya’ya savaş açmış telakki edilebilecekti. Ukrayna Gizli Servis birlikleri SALT bilgilerini kullanan ABD tarafından yönlendirilerek Rusya’nın stratejik uçaklarından bir bölümünü tahrip ettiği için… Operasyon ABD yönetimini temsil eden Trump’ın talimatı ve bilgisi dâhilinde yapılmışsa Amerika fiilen nükleer bir savaşı tetikleyebilecek ilk vuruşu yapmış konumunda sayılacak mı?
Arkadaşlar bu çok vahim bir sorudur. Bildiğimiz dünyanın, insanlığın sonunu getirebilecek olan bir nükleer felaketin eşiğinde olduğumuz için… İnsanlık bu eşiğe büyük ölçüde ABD emperyalizmi tarafından (ve Avrupa’daki, NATO’daki ortaklarının en azından teslimiyeti, bazen de katkısı sonunda) getirildi.
Geçenlerde NATO Genel Sekreteri Rutte bir demecinde “biz Rusya’yla ne tam bir savaş gerçekleştiren ne de tam bir barış halindeyiz” dedi. Arkadaşlar, NATO Genel Sekreteri konuşuyor ve ülkemiz de NATO’nun bir üyesidir. Genel Sekreteri, Türkiye’nin yakın ekonomik ve siyasal ilişkiler içinde olduğu bir ülkeyle yarı savaş halinde olduğunu ifade ediyor. Bu ifadenin hangi kararla alındığını, Türkiye’yi ne kadar bağladığını suskunlukla mı karşılayacağız? En azından NATO’nun Kaddafi Libya’sına saldırı kararına karşı “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?” sorusunu (“sembolik” de kalsa) soran Erdoğan ne demektedir? NATO’nun iki üyesi (Macaristan ve Slovakya) Ukrayna savaşına ABD saflarında katkı yapmayı reddediyorlar. Bu sorunun ve benzerlerinin de herhalde Sanayi Kongresi’nin gündeminde yer alması gerekir.
Konuşmama burada son vereyim. Sanayi Kongresi, ana tema olarak Rusya’nın nükleer doktrini olarak 2024’ten itibaren emperyalizmi, iktisat boyutu dışında, özellikle savaş-barış ikilemi içinde tartışacaksa Çin-ABD gerilimi de önemlidir. Çok taraflı veya çok-kutuplu bir dünyanın oluşum seçenekleri, örneğin Küresel Güney’i temsil etme iddiası olan ve Rusya ile Çin’in öne çıktığı, dünya üretim ve dış ticaret hacminin çoğunluğunu gerçekleştiren BRICS’in de gündemde yer almasını gerektirir.
*Bu metin Korkut Boratav’ın TMMOB Sanayi Kongresi Yürütme ve Bilim Kurullarının ortak toplantısında yaptığı konuşmanın düzenlenmiş halidir.