SANAYİ KONGRESİ’NE GİDERKEN DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ POLİTİKALARI: HEGEMONYA MÜCADELESİ VE SANAYİ POLİTİKALARI + FORUM OTURUMU

Oturum ve Forum Yöneticisi: Prof. Dr. Aziz KONUKMAN

– Çin’in Dünya Sistemindeki Değişen Konumu -Doç. Dr. Burak GÜREL

– Çin’in Sanayi Stratejisi: Gönüllü Bütünleşmeden Bütünleşmeyi Biçimlendirmeye -Doç. Dr. Kerem Gökten

– Küresel Değer Zincirlerine Eklemlenmekte Ulusal Sanayi Politikalarının Rolü: Kuşak ve Yol Girişimi Örneği – Doç. Dr. Ceren ERGENÇ


SUNUCU- Sayın katılımcılar, “Hegemonya Mücadelesi ve Sanayi Politikaları + Forum” başlıklı oturumu yönetmek üzere Prof. Dr. Aziz Konukman’ı kürsüye davet ediyorum. (Alkışlar)
OTURUM YÖNETİCİSİ – Normalde konuşmacılara verilen süre 30 dakika ama 20 dakika yapalım. Anlatamadıkları bölümü sorularla birleştirerek cevaplayalım. Hem dinleyenler de yoruldu. Çünkü her bir sunum insanı harekete geçiriyor. 20 dakika da iyi bir süre.
“Çin’in Dünya Sistemindeki Değişen Konumu” başlıklı sunumu yapmak üzere Doç. Dr. Burak Gürel arkadaşımızı davet ediyorum.
Mikrofonu sana bırakıyorum.
Doç. Dr. BURAK GÜREL- Teşekkürler hocam. Herkese merhaba. Bu güzel kongreye beni de davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

Çin’in Dünya Sistemindeki Değişen Konumu* – Doç. Dr. Burak GÜREL**

Çin’in yükselişi, 21. yüzyılda dünya ekonomisini ve siyasetini belirleyen en önemli faktörlerden biridir. 1950’lerde dünyanın en yoksul ülkelerinden biriyken son 15 yıldır –ABD’nin ardından– dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunda olması ve bugün dünya sanayi üretiminin yaklaşık üçte birini gerçekleştirmesi Çin’i dünya gündeminin ilk sıralarına kalıcı olarak yerleştirmiştir. Yalnızca 30 yıl önce dünya çapında bilinen neredeyse hiçbir şirketi yokken bugün Apple ve Samsung ile rekabet eden Huawei ve Xiaomi’ye, Tesla’nın tahtını sarsan BYD’ye, OpenAI/ChatGpt’yi tedirgin eden DeepSeek’e, ABD’de yasaklanması konuşulan sosyal medya uygulaması TikTok’a ve daha nicelerine uzanan güçlü markalar çıkarabilmiş olması Çin’e olan ilgiyi büsbütün perçinlemiştir. Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki ekonomik rekabetin askeri ve jeopolitik boyutlar alarak giderek tırmanması ve yeni bir dünya savaşını gündeme getirmesi ihtimali de bu ilgiyi kamçılamaktadır.

Eleştirel siyasal iktisat literatüründe –özellikle de Marksist yazında– Çin hakkında yapılan tartışmalarda üç temel soru öne çıkıyor:

  1. Çin’in sınıf doğası nedir? Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) ileri sürdüğü gibi ekonomiye, topluma ve devlete yön veren temel unsur “Çin’e özgü”, “Çin karakteristiklerine sahip” sosyalizm midir? Yoksa Çin kapitalistleşmiş midir? Yahut Çin ne kapitalist ne sosyalist, kendine özgü, melez bir sisteme mi sahiptir?
  2. Çin kapitalizmi ne tür bir kapitalizmdir? Çin’in kapitalistleşmiş olduğunu düşünenler, ülkenin takip ettiği ekonomik modelin neoliberalizm mi devlet kapitalizmi mi veya bu ikisinde farklı bir model mi olduğunu sıklıkla tartışmaktadır.
    3 Çin emperyalist midir? Eğer Çin kapitalistleşmiş ise, bu kapitalizm emperyalist nitelikte midir? Pek çok kişi, Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına, askeri gücünü artırmasına, uluslararası alanda eskisine nazaran daha fazla söz sahibi olmasına bakarak Çin’in emperyalist olduğunu savunuyor. Çin’in bu yönde ekonomik ve askeri bakımdan ciddi mesafe almakla birlikte emperyalist sıfatını hak edecek bir gelişmişlik düzeyine henüz ulaşmamış olduğunu düşünenler ise bu görüşe karşı çıkıyor.
    Bu yazıda Çin Devrimi’ni (1949) izleyen otuz yılda ül-kenin bir sosyalist inşa deneyimi geçirdiği, 1978’den sonra kapitalist restorasyon sürecinden geçerek güçlü bir devlet kapitalizmine dönüştüğü, dünya sistemindeki konumunu ciddi biçimde iyileştirmekle birlikte “emperyalist” nitelemesini hak edecek bir gelişmişlik seviyesine henüz ulaşamadığı savunuluyor.

Yazı sekiz bölümden oluşuyor. Girişi izleyen ikinci bö-lümde çalışmanın teorik çerçevesi çiziliyor. Üçüncü bölümde Çin’in politik ekonomisinin sosyalist inşadan devlet kapitalizmine dönüşümü açıklanıyor. Dördüncü bölümde Çin’in dünya sisteminde çevreden yarı-çevreye doğru yaptığı tarihi sıçrama ele alınıyor. Beşinci bölümde Çin devletinin yarı-çevreden emperyalist merkeze sıçrayabilmek için uyguladığı politikaların kapsamlı bir bilançosu çıkarılıyor. Altıncı bölümde Çin ile emperyalizm arasındaki gelişmişlik farkının teknoloji haricindeki iki önemli boyutu olan uluslararası senyoraj ile askeri ve jeopolitik güç farkı tartışılıyor. Yedinci bölümde Batı’nın Çin tehdidi algısı ve ABD-Çin rekabeti inceleniyor. Sonuç bölümünde yazının temel argümanları özetleniyor.

Teorik çerçeve

Çin’in dünya sistemindeki değişen konumunu ve bunun neticesinde Çin ile –başta ABD olmak üzere– emperyalist devletler arasında artan ekonomik ve jeopolitik rekabeti kavramak için çizeceğim kuramsal çerçeve üç unsura yaslanıyor: emperyalizmin teknolojik boyutu, eşitsiz ve bileşik gelişme ve küreselleşme–küresizleşme döngüleri.

Emperyalizmin belirleyici özelliği olarak yüksek teknoloji

1917’de yapılan ilk baskısından itibaren Marksist emperyalizm kuramının vazgeçilmez başvuru kaynağı olan Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlıklı kitabında Lenin emperyalizmi şöyle tanımlıyor:

Gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım:

(1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle kaynaşmış ve bu “finans kapital” temelinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) dünyanın en büyük kapitalist güçlerce toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. (Lenin, 2009, s. 101–102 [1975, s. 700]).

Lenin’in emperyalizme ilişkin olarak sıraladığı nitelikler, her türlü şematizmden uzak durarak, somut durumun somut analizi yapılarak, tarihsel koşulların değişimine özellikle dikkat edilerek ele alındığı takdirde günümüzü anlamaya yardımcı olabilir. Bu yapılmadığı takdirde Lenin’in bütüncül, diyalektik ve tarihsel yöntemine yabancı, gerçekçi olmayan çıkarımlar yapma riski doğar. Lenin’in beşli tanımındaki üç maddeye kısaca bakarak bunu açıklayalım. Lenin’in listesindeki beşinci maddeyle başlayalım. A. Supan’ın 1906 tarihli Avrupa Sömürgelerinin Toprak Bakımından Genişlemesi kitabındaki verilere dayanan Lenin, emperyalist devletlerin –başta Asya ve Afrika olmak üzere– dünyanın büyük bölümünü sömürgeleştirmiş olduğunu tespit eder (Lenin, 2009, s. 86–87). Ancak, bu emperyalist devletler haricindeki dünyanın tamamen sömürgelerden oluştuğu anlamına gelmez. Örneğin Lenin’in kitabını yazdığı dönemde Latin Amerika’nın büyük bölümü –19. yüzyıldaki bağımsızlık savaşlarının neticesinde– bağımsız devletlerden oluşuyordu. Ancak, bu devletler, emperyalist devletler ile aralarındaki muazzam gelişme far-kını kapatamamış, dolayısıyla formel bağımsızlıklarına rağmen emperyalizme bağımlı olmayı sürdürmüştür. 20. yüzyılın ikinci yarısında bağımlılık okulu ve dünya sistemleri analizi yaklaşımını benimseyen araştırmacıların üzerinde çok durduğu bu konuyu kitabında Lenin de ele alır. Lenin, “geçiş karakteri taşıyan bağımlılık biçimleri”ne dikkat çekerek emperyalist olmayan ülkeleri üç temel kategoriye ayırır: sömürgeler, yarı-sömürgeler ve (Arjantin ve Portekiz gibi) emperyalizme bağımlı ülkeler (Lenin, 2009, s. 96–97 [1975, 697]).

Lenin’in listesindeki üçüncü madde olan sermaye ihracı için de benzer bir durum geçerlidir. Lenin, emperyalizmi sermaye ihracına indirgememiş, onu emperyalizmi tanımlayan unsurlardan yalnızca birisi olarak görmüştür. “Emperyalizmi bir bütün halinde tanımlayarak başlamalıyız – sadece ‘sermaye ihracı’nı öne çıkarmamalıyız” uyarısını yapmıştır (Lenin, 1977, s. 152-153, aktaran: King, 2021, s. 89). Yukarıda işaret edildiği gibi, Lenin’in kitabını yazdığı dönemde dünyanın büyük bölümü sömürge veya yarı-sömürgelerden oluşuyordu. Bu ülkelerin sermaye ihraç etmesi söz konusu değildi. Ancak, 20. yüzyılda eski sömürgelerin büyük bölümünün bağımsızlıklarını elde etmesiyle birlikte durum değişti. Günümüzde yoksul ve bağımlı ülkeler dahi sınırlı ölçüde de olsa doğrudan dış yatırım yapıyorlar, yani sermaye ihraç ediyorlar (King, 2021, s. 79). Dolayısıyla, günümüz koşullarında sermaye ihracı yapmak –tek başına– bir ülkenin emperyalist olduğunu göstermez. Ancak, ihraç edilen sermayenin miktarı, niteliği – örneğin sermaye ihraç eden ülkelerin bundan düzenli ve ciddi olarak kâr edip etmediği– ve dış yatırım yapan ve yapılan ülkeler arasındaki ilişkilerin üzerindeki etkisi gibi boyutları titizlikle incelendiğinde günümüz emperyalizmini anlamaya yardımcı olabilir.

Son olarak, listenin ikinci maddesi olan finans ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle finans kapitalin oluşumuna bakalım. Lenin, dünya kapitalizminin birinci büyük depresyonunun (1873-96) ertesinde finans kapitalin ABD, Almanya, Britanya, Fransa, Hollanda ve Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde hâkim duruma geldiğini saptadıktan sonra –bilhassa Batılı bankaların artan etkinliğinden ötürü– azgelişmiş bir ülke olan Rusya’da bile finans kapitalin “büyük ilerlemeler kaydetmiş” olduğunu belirtir (Lenin, 2009, s. 60). Günümüzde ise Çin’den Hindistan’a, Meksika ve Brezilya’dan Türkiye’ye uzanan pek çok düşük ve orta gelirli ülkede banka ve sanayi sermayesi kaynaşmış, finans kapital belirli bir olgunluğa erişmiştir. Yabancı sermayeli şirketlerin ve bankaların bu ülkelerdeki faaliyetleri bunun önemli nedenlerinden biridir ama tek nedeni değildir. Bu ülkelerin yerli sermayeleri de finans kapital oluşumunun parçasıdır (Öztürk, 2010). Ancak, finans kapitalin gelişimi bu ülkeler ile emperyalist ülkeler arasındaki farkın kapanması sonucunu vermemiştir. Kişi başına milli gelir bakımından bu ülkeler ile ABD, Almanya, Britanya ve Japonya gibi ülkeler arasında kapanması çok zor bir uçurum vardır. Dolayısıyla, finans kapital ilişkisi-nin görüldüğü her ülkeye “emperyalist” demek Lenin’in yöntemiyle alakası olmayan bir şematizmdir.
Lenin’in emperyalizm çağında kapitalizmin asalak bir karakter kazandığı, gerilediği ve çürüdüğü tespiti de sıklıkla yanlış anlaşılmaktadır. Lenin’in teşhisi şudur:

Bu kökler, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir… kapitalizm, bugün basit bir “kupon kesme” işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (dünya nüfusunun onda birinden azını barındıran ve yüzölçümleri en “geniş” ve en abartılmış ölçüye göre bile dünyanın beşte birinden az olan) devleti öne geçirmiştir (Lenin, 2009, s. 14).

Bu tespit, üretici güçlerin –yani emek verimliliğini artıran yeni teknolojilerin– gelişmediği anlamına gelmez. Üretici güçlerin gerilemesi ve gelişimi iki karşıt eğilim olarak birarada, birbirine paralel olarak görülür:

Bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler. Ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme yolunda ekonomik birtakım olanaklar da doğurur. Bir örnek verelim: Amerika’da, Owens adında biri, şişe yapımında devrim yapacak bir makine icat etmişti. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens’ın patentini satın aldı; ama kullanacağı yerde çekmeceye atıp sakladı. Elbette, bir tekel, kapitalist rejimde, dünya pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramaz (ultra­emperyalizm teorisinin saçmalığını kanıtlayan nedenlerden biri de budur). Kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı artırma olanağı, birtakım değişikliklere yol açmaktadır. Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman için baskın hale gelir (Lenin, 2009, s. 112-113 [1975, 708–709], vurgu bana ait).

Durgunluk ve çürüme tespiti emperyalizm çağına ilişkin pek çok unsura işaret eder. Ancak, yukarıdaki alıntıda ve benzer pek çok pasajda kastedilen şey Sanayi Devrimi’nden itibaren hızla gelişen üretici güçlerin emperyalizm çağında geleceğin sosyalizm çağına nazaran çok daha yavaş gelişmesidir. Tekelleşmenin piyasa rekabetini sınırlaması firmaların teknolojik yatırımlarını sınırlayabilir. Sermayenin sınıf mücadelesinde galebe çaldığı, işçi ücretlerinin düşük tutulabildiği dönemlerde firmaların emekten tasarruf etme eğilimi azalır, pahalı yeni teknolojilere yaptıkları yatırımlar yavaşlar. Sosyalizmde ise üretimin amacı kâr maksimizasyonu olmaktan çıkar, toplumsal refah ve ilerleme temel öncelik haline gelir. Önceliklerin bu şekilde değişimi pahalı teknolojik yatırımların önündeki engelleri kaldırır. Yeni teknolojilerin yaygın kullanımı çalışma saatlerinin çarpıcı ölçülerde azaltılmasına, bu sayede tüm toplumun bilimsel ve kültürel kapasitesini muazzam biçimde artırmasına, ekonominin ve devletin idaresini tedricen kendi eline almasına imkân verir. Bu sürecin dünya çapında ilerlemesi devletin –uzun vadede– sönümlenmesini mümkün hale getirir. Lenin’in durgunluk ve gerileme tespitinin özü budur. Yukarıdaki alıntı, Lenin’in üretici güçlerin gerilemesini mutlak bir sonuç olarak değil, bir eğilim olarak gördüğünü gösteriyor. Lenin’e göre, emperyalizm çağında rekabet tamamen ortadan kalkmaz, çok sayıda firmanın rekabetinin yerini tekeller arası rekabet alır. Bu nedenle, tekelci şirketler teknolojiye yatırım yapmayı, yani üretici güçleri geliştirmeyi sürdürürler. Dolayısıyla, “tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi…bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman” için baskın hale gelse de, tekellerin kontrolündeki pek çok üretim alanında – yukarıda açıklanan nedenlerden ötürü sosyalizmde ulaşılabilecek düzeyin çok altında kalsa da– teknolojik gelişme sürer.

Yukarıda yazılanlar, bizi emperyalist olan ve olmayan ülkeler arasındaki esas ve belirleyici farka getiriyor. Her ikisi de kapitalist nitelikte olmakla birlikte emperyalist sermaye ile emperyalist olmayan sermayenin üretim sürecindeki ve meta zincirlerindeki konumları çok farklıdır. Emperyalist sermaye, eğitim ve beceri seviyesi yüksek işgücünü kullanarak yeni teknolojiler geliştirmeye ve teknolojik kompozisyonu yüksek olan ürünlerin tasarımına odaklanır. Emperyalist olmayan ülkelerde sermaye nispeten kıt, işgücünün eğitim ve beceri düzeyi nispeten düşüktür. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun yaşadığı bu tip ülkelerde sermayenin teknolojik inovasyon yapma kapasitesi çok düşüktür. Emperyalist tekeller az sayıda şirketin üretebileceği, rekabet basıncını nispeten az hisseden, bu nedenle kâr marjı yüksek olan üretim dallarına hâkimken, emperyalist olmayan ülkelerin tekelci sermayeleri çok sayıda şirketin üretebildiği, rekabet basıncı yüksek, kâr marjı düşük alanlarda faaliyet gösterirler.

Emperyalist tekeller ve devletler, araştırma-geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerine ciddi kaynak aktarırlar. Yüksek kaliteli Ar-Ge faaliyetleri yüksek nitelikli bilimsel ve teknik işgücüne –bilim insanlarına, mühendislere ve yüksek vasıflı işçilere– ihtiyaç duyar. Bu tipte bir işgücünün sürekli olarak yeniden üretimi için devletin başta eğitim olmak üzere bir dizi alana ciddi kaynak aktarması gerekir. İnovasyon, Ar-Ge gibi terimlerin sermayenin söz-cülerinin dilinden düşmemesi, bu faktörleri Marksist teori için anlamsız hale getirmez. Aksine, Lenin’e göre, inovasyon tekeli emperyalizmin maddi temelidir:

Amerikan Hükümeti Tröstler Komisyonu raporunda şöyle deniyor: “Tröstlerin rakipleri karşısındaki üstünlükleri, büyük ölçüde girişimlerinin büyüklüğünden ve teknik ekipmanlarının mükemmelliğinden ileri gelmektedir. Tütün tröstü, kuruluşundan bu yana, el emeğinin yerini, en geniş oranda makinenin alması için çaba göstermektedir. Bu uğurda, tütün imalatıyla ilgili bütün patentleri satın almış, büyük paralar akıtmıştır. Başlangıçta birçoğu işe yaramayan bu patentlerin, tröstün mühendisleri tarafından incelenmesi, yararlanılabilir bir duruma getirilmesi gerekiyordu. 1906 yılının sonunda, yalnız patent edinme işleriyle uğraşmak üzere, tröste bağlı iki şirket kuruldu. Aynı amaçla tröst, kendi gereksinmeleri için gerekli dökümhaneler, makine atölyeleri, tamirhaneler kurdurdu. Bu kurumların Brooklyn’de bulunan birinde ortalama 300 işçi çalışmaktadır: burada, sigara, puro, enfiye yapımıyla, ambalaj ve kutular için gerekli parlak kağıtlarla ilgili buluşların deneyleri yapılır; gerekiyorsa, bu buluşların geliştirilmesine çalışılır.” “Başka tröstler, görevleri yeni imalat yöntemleri bulmak ve teknik yenileşmeleri incelemek olan, geliştirme mühendisleri çalıştırmaktadırlar. Çelik tröstü, teknik yetkinliğe ya da üretim giderlerini azaltmaya elverişli her buluş için, mühendislerine ve işçilerine, yüksek primler ödemektedir” … Alman büyük sanayisinde, örneğin son birkaç on yılda büyük bir gelişme göstermiş olan kimya sanayisinde, teknik ilerlemenin desteklenmesi de aynı biçimde düzenlenmiştir… Rekabet, tekele dönüşür. Bunun sonucunda, üretimin toplumsallaşmasında büyük bir ilerleme kaydedilir. Özellikle, teknik buluş ve iyileştirme süreci toplumsal bir nitelik kazanır (Lenin, (1916) 2009, s. 27-28 [1975, 648–649]; vurgular bana ait).

Finans kapitalin oluşumuyla birlikte bankalar sanayi üretimi üzerinde giderek belirleyici hale gelmiştir. Bankaların sanayi üzerindeki artan hakimiyeti, bir yandan finansal spekülasyonu, asalaklığı ve tefeciliği beslerken (Lenin, 2009, s. 60-62), diğer yandan sanayinin teknolojik düzeyini –ve dolayısıyla üretkenliği– artırıcı etki yapar. Bankalar adeta Ar-Ge birimleri gibi faaliyet gösterirler:

Kısacası, büyük bankalarda çalışma alanı genişledikçe, işlemler çeşitlendikçe, yöneticiler arasında işbölümü de, kuşkusuz, onları salt bankacılığın az çok üzerine çıkarmayı, sanayinin genel sorunları ve farklı dalları ilgilendiren özel sorunlar üzerinde daha yetkin karar verme durumuna getirmeyi, bankanın sınai etki alanında daha elverişli hareket etmeyi amaçlayacak biçimde artmaktadır… Örneğin, en büyük üç Fransız bankasından biri olan Crédit Lyonnais, özel bir mali araştırmalar servisi (service des études financières) kurmuştur; burada elliden fazla mühendis, istatistikçi, iktisatçı, hukukçu vb. sürekli olarak çalışır. Servisin maliyeti altı-yedi yüz bin frank kadardır. Bu servis kendi içinde sekiz bölüme ayrılmıştır: biri sınai işletmeler hakkında özel bilgiler toplamakla görevlidir, ikincisi genel istatistikleri inceler, üçüncüsü demiryolu ve deniz ulaştırma kumpanyaları ile ilgili konulara, dördüncüsü kurumların sermaye durumlarına, beşincisi mali raporlara vb. eğilmektedir…kuşkusuz, milyarlara hükmeden büyük bankalar, eskileriyle hiçbir şekilde kıyaslanamayacak araçlar kullanarak, teknik ilerlemeyi hızlandırma yeteneğine de sahiptirler. Bankalar, örneğin, birtakım teknik araştırma dernekleri kurarlar…Bunlar arasında, Elektrikli Tren Araştırma Derneği’ni, Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Merkez Bürosu’nu vb. sayabiliriz (Lenin, 2009, s. 48-51, vurgu bana ait).

Emperyalist olmayan ülkeler ise benzer bir üretim organizasyonu yapabilecek kapasiteden yoksundur. Bu nedenle, inovasyona dayanmayan, çok sayıda ülkeden çok sayıda firmanın üretebileceği, dolayısıyla rekabet basıncını büyük ölçüde hisseden, düşük katma değere ve düşük kâr marjlarına sahip alanlarda faaliyet gösterirler:

Üst düzey emek, Ar-Ge ve bilimsel çalışmalar giderek daha fazla emperyalist devletlerde yoğunlaşmaktadır. “Seri üretim” ve basit işler terk edildiği veya Üçüncü Dünya kapitalist rakiplerine kaptırıldığı ölçüde, emperyalizm bunların tam zıddında uzmanlaşmaktadır. Bu sistemin (şimdilik) canlılığı, bu kombinasyonda yatmaktadır. Saf ve devasa bir asalak ya ölür ya da ev sahibini öldürür. Buna karşılık, tekelci finans kapital, üretkenliğini (değer üretme kapasitesini de içerecek şekilde) korur, ancak yalnızca emek sürecinin belirli teknik olarak ileri düzeydeki alanlarında. Gerekli emeğin en üst biçimlerini tekeline aldığı ölçüde, emek sürecinin diğer kısımlarından asalakça değer elde edebilir (King, 2021, s. 130).

Eşitsiz ve bileşik gelişme
Kapitalizmin farklı bölgelerde eşitsiz gelişimi yukarıda açıkladığımız emperyalist hiyerarşiyi doğurmuştur. Bununla birlikte, eşitsiz gelişme mutlak değil göreli bir durumdur. Emperyalist sistem varlığını sürdürdükçe eşitsiz gelişme korunacaktır ama spesifik ülkelerin hiyerarşide yükselmeleri veya düşmeleri mümkündür. Kökleri Marx ve Engels’in çalışmalarına uzanan, geçen yüzyılda Lev Trotskiy’in “eşitsiz ve bileşik gelişme” olarak kavramsallaştırdığı teorik yaklaşıma göre, ekonomide ve siyasette tarihsel aşamaların üzerinden atlayarak sıçramalı gelişmeler kaydetmek mümkündür. Bu yazıda tartıştığımız konu bağlamında önemli olan nokta bazı geri ülkelerin “geriliğin imtiyazları”ndan yararlanma imkânıdır. Geriden gelen bazı ülkeler ileri ülkelerden en son teknolojiyi, en gelişkin ekonomik ve siyasi örgütlenme biçimlerini hızla alıp kullanabilirler. Örneğin Britanya sömürgeciliğini yenilgiye uğratarak kurulan ABD, Britanya ile arasındaki gelişmişlik farkını kapatmak için bir kalkınma stratejisi belirlemiş, Batı Avrupa ülkeleri de ABD’den öğrenerek benzer stratejiler uygulamıştır. Bunun neticesinde Britanya’nın dünya ekonomisinde hâkim konumu ortadan kalkmıştır:

  1. yüzyılda, pek çok ülkenin izlediği bir kalkınma politikası paketi ortaya çıktı. Bu politikalar ilk önce ABD’de işe yaradı…sonra da 1825’ten 1832’ye dek ABD’de yaşayıp Politik Ekonominin Ulusal Sistemi’ni (1841) yazmak için Almanya’ya dönen bir Alman, yani Friedrich List tarafından Avrupa’ya tanıtıldı. Napolyon’un kurumsal devrimi üzerine inşa edilmiş standart kalkınma stratejisinin dört zaruri adımı vardı: Yurtiçi tarifeleri kaldırıp ulaşımı iyileştirerek büyük bir ulusal pazar yarat; “yeni kurulmuş endüstrileri” Britanya’nın rekabetinden korumak için gümrük tarifeleri koy; para birimini istikrarlı kılmak için bankalar kur ve işletmelere sermaye sağla ve son olarak da teknolojinin benimsenmesini ve teknolojik icatları hızlandırmak için yaygın eğitim sistemi kur. Bu kalkınma stratejisi Kıta Avrupa’sının Britanya’ya yetişmesine yardımcı oldu (Allen, 2023, s. 42–43).

Lenin de bu duruma dikkat çeker:

İşletmelerin, sanayilerin ve farklı ülkelerin, eşit olmayan ve kesintili gelişmeler içinde oluşu, kapitalist rejimde, kaçınılmazdır. İlk kapitalist ülke olan İngiltere, 19. yüzyılın ortalarına doğru serbest ticareti kabul ederek, “bütün dünyanın atölyesi” olmak, bütün ülkelere, aldığı hammadde karşılığında mamul mal vermek iddiasındaydı. Ancak İngiltere, 19. yüzyılın son çeyreğinde, bu tekel durumunu yitirmeye başlamıştır; çünkü kendilerini “koruyucu” gümrük tarifeleriyle savunan diğer ülkeler de gelişerek, bağımsız kapitalist ülkeler haline gelmiştir (Lenin, 2009, s. 69).

Japonya da Meiji döneminden (1868-1912) itibaren benzer politikaları – Avrupa’daki pek çok ülkeden daha da yoğun devlet müdahalesiyle– uygulayarak Batı dışı dünyada emperyalist lige yükselen ilk ülke olmuştur (Beasley, 1987; Macpherson, 1995).

Buna ilave olarak, gelişmişliğin kendisi de karmaşık sorunlar yaratabilir, gelişmiş ülkeler ile geriden gelenler arasındaki mesafenin azalmasına – ve bazı durumlarda kapanmasına– yol açabilir:

Almanya ve ABD iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse, bu, kapitalist gelişmelerindeki gecikme yüzündendir. Buna mukabil, Britanya kömür sanayisindeki muhafazakâr anarşi (tıpkı MacDonald ve dostlarının kafalarının içindeki anarşi gibi) İngiltere’nin kapitalizmde uzun bir süre boyunca hegemonyaya sahip olduğu bir geçmişin bedelinden başka bir şey değildir (Trotsky, 1930, s. 2).

Bu konunun günümüzdeki gelişmeler bağlamında önemli bir boyutu emperyalist sermayenin dış yatırımlarının emperyalist olmayan ülkelerin sanayileşmesi üzerindeki etkisidir. Lenin, hiyerarşinin katılığının altını her fırsatta çizse de diyalektik yöntemi gereği karşıt eğilimlere de işaret eder. Azgelişmiş ülkelere yapılan sermaye ihracı, zengin ülkeleri sanayisizleştirip yoksul ülkeleri sanayileştirerek emperyalist hiyerarşiyi uzun vadede sarsabilecek gelişmelere neden olabilir:

Geri kalmış ülkelerde, kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı, bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmektedir; bu ülkelerde büyük demiryolları yapılmıştır ya da yapılmak üzeredir, sınai gelişmenin vb. gerekli koşulları yaratılmış bulunmaktadır…İngiliz emperyalizmi hakkında Schulze-Gaevernitz’in yaptığı tasvirler de bize asalaklığın aynı özelliklerini anımsatıyor… Emperyalizm için…tehlike…şu noktada yatmaktadır: “Avrupa, önce tarım ve madenciliği, ardından sanayideki daha ağır işleri beyaz olmayan ırkların sırtına yükleyip kendisinin sadece rantiye rolüyle yetinmesi, böylece de, belki de bu şekilde beyaz olmayan ırkların ekonomik –ve sonra da– siyasal kurtuluşunun yolunu açacaktır” (Lenin, 2009, s. 70, 118 [1975, 679, 713]).

Pek çok ülkede sömürgeci güçlerin kanatları altında gelişen yerli sermayenin daha sonra ulusal bağımsızlık hareketlerine önderlik ettiği gerçeği Lenin’in tespitinin çarpıcı bir doğrulamasıdır. Bununla birlikte, emperyalist hiyerarşi katılaştıkça “geriliğin imtiyazı” imkânı kısıtlanmaktadır. Trotskiy’nin ifadesiyle, “ara aşamaların üzerinden atlama olasılığı mutlaka gerçekleşecek bir şey değildir elbette. Bunun derecesi ülkenin ekonomik ve kültürel kapasiteleri tarafından belirlenir” (Trotskiy, 1930, s. 3). ABD, Kanada ve Avustralya gibi Avrupalı yerleşimcilerin kurdukları bağımsız devletler ile Güney Kore, Tayvan ve İsrail gibi ABD hegemonyasının sacayakları olarak ihtimamla geliştirilen (Castells, 1992) –Immanuel Wallerstein’in veciz ifadesiyle “davet yoluyla gelişme” sürecine (Wallerstein, 1980, s. 637–639) dahil edilen– ülkeleri bir kenara bırakırsak, eski sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin hiçbiri emperyalistler ile aralarındaki mesafeyi kapatamamıştır.

Uluslararası hiyerarşinin katılaşmasına paralel olarak dünya ekonomisi piramide benzer bir yapıya dönüşmüştür. Dünya sistemleri analizinin terminolojisini kullanarak, kişi başına milli geliri yüksek olan ülkelere “merkez”, orta seviyede olanlara “yarı-çevre”, düşük olanlara ise “çevre” ülkeleri diyoruz. Bu terminoloji, Lenin’in Hindistan’ı Arjantin’den, Arjantin’i emperyalistlerden ayıran dikkatli ve nüanslı yaklaşımıyla uyumludur. Basra Körfezi’ndeki petrol şeyhlikleri ile vergi cenneti şehir devletlerini ayıkladığımızda (Freeman, 2024, s. 20–23), “merkez” ülkelerinin Lenin’in kitabında “emperyalist” olarak tanımladığı ülkeler ile hemen hemen aynı olduklarını görebiliriz (Roberts, 2024b). Tekil ülkeler bakımından ayrıntılı tartışmalara girmek bu yazının sınırlarını aşar. Bunun yerine, günümüzde “emperyalist merkez”in esas olarak G7 ülkeleri –ABD, Almanya, Britanya, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada– tarafından temsil edildiğini, bunlara –eski Doğu Bloku ülkeleri haricindeki– Avrupa Birliği ülkelerinin, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın ve–geç bir aşamada bu gruba katılan– Güney Kore, Tayvan ve İsrail’in ilave edilmesi gerektiğini belirtmekle yetinelim (Carchedi ve Roberts, 2021; King, 2021). Bu ülkeler grubuna “emperyalist merkez” veya “emperyalist lig” de diyebiliriz.

Lenin’in erken bir aşamada işaret ettiği sermaye ihracı mekanizmasıyla Birinci Dünya’nın sanayisizleşmesi ve Üçüncü Dünya’nın sanayileşmesi olasılığı, 1970’lerin ortalarında başlayan kârlılık kriziyle birlikte başta emperyalist sermayenin sanayi üretiminin inovasyon gerektirmeyen parçalarını işçi ücretlerinin düşük olduğu yoksul ülkelere –en başta da Çin Halk Cumhuriyeti’ne– kaydırmalarıyla birlikte yeniden gündeme gelmiştir. Bu süreçte Çin haricinde dünya ekonomisindeki konumunu belirgin biçimde iyileştirip bir üst lige yükselen başka bir ülke yoktur. Bu nedenle, Çin’in bu başarısının tarihsel nedenlerini ve günümüzde uygulamaya çalıştığı teknolojik inovasyon odaklı sanayi politikasını açıklamak ve Çin’in emperyalist lige yükselip yükselmeyeceğine ilişkin bir değerlendirme yapmak gereklidir.

Küreselleşmeden küresizleşmeye dünya kapitalizminin çevrimleri

Farklı ulusal ve bölgesel ekonomilerin birbirleriyle artan entegrasyonu (sermayenin uluslararasılaşması) bir dünya sistemi olarak kapitalizmin temel eğilimidir. Ancak, büyük depresyon dönemlerinde sermaye-nin uluslararasılaşması eğilimi kesintiye uğrar. Büyük depresyon, kâr oranlarındaki ciddi düşüşün belirleyici etkisiyle dünya ekonomisinin uzun süre durgunluğa girdiği dönemlere verilen isimdir. Depresyon dönemlerinde büyümeyen ekonomik pastanın paylaşımı için sermayeler ve devletler arasındaki rekabet artar. Ulus devletler, iç pazarı yüksek gümrük vergileriyle koruma, yabancı şirketlerin ülke içindeki faaliyetlerini daha sıkı denetleme ve yerli şirketleri kriz öncesine nazaran daha cömertçe destekleme eğilimine girerler. Sermayenin uluslararasılaştığı dönemlere yaygın olarak “küreselleşme” (globalizasyon) dendiği için depresyonun etkisiyle bu eğilimin tersine döndüğü dönemlere küresizleşme (deglobalizasyon) adı verilir. Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi, 2008 krizinden bu yana dünya ekonomisi üçüncü büyük depresyonunu yaşamaktadır.

Şekil 1. G20 ülkelerin ortalama kâr oranının seyri

Kaynak: Roberts, 2024a, s. 41 (Roberts’ın grafiğindeki “uzun depresyon” ifadesini “üçüncü büyük depresyon” olarak değiştirdim).

Önceki ikisine benzer biçimde, üçüncü büyük depresyon da küresizleşme eğilimini güçlendirmiştir. Depresyon öncesindeki dönemde uluslararası ticaretin dünya üretimindeki oranı istikrarlı biçimde artarken, depresyonla birlikte bu eğilim durmuştur. İthalat ve ihracatın dünya toplam üretimindeki payının bir önceki seneye göre azaldığı yıl sayısı 1970-2007 arasında sekizken, yalnızca 2008-2023 arasında dokuzdur. Küresizleşme eğilimi, hizmet ticaretinden ziyade mal ticaretini etkilemektedir. Hizmet ticareti uluslararasılaşmaya devam ederken mamul mal ticareti küresizleşmektedir (Baldwin, 2022). Mamul mal üretimi-nin dünya ekonomisindeki ağırlığı çok daha fazla olduğu için, uluslararası mamul mal ticaretindeki gerileme dünya ekonomisini küresizleştirmeye yetiyor.

Şekil 2. Dünya ticaretinin dünya üretimine oranının yıllık değişimi

Korumacı önlemler yoluyla dünya ekonomisinin parçalanması, küresizleşme sürecinin yalnızca bir boyutudur. Buna ilave olarak, başta emperyalist devletler olmak üzere büyük güçler kontrollerindeki ekonomik birimleri rakiplerinin aleyhine –sıklıkla askeri yöntemlerle, savaşlarla– genişletmeye yönelirler. William McKinley’in 1897-1901 arasındaki başkanlığı sırasında ABD bir yandan korumacı ticaret politikaları uygularken diğer yandan Filipinler, Guam, Porto Riko ve Hawaii’yi topraklarına katmıştır (Karataşlı, 2025). Nazi Almanya’sı da korumacı politikalar ile Lebensraum (yaşam alanı) politikasını eşzamanlı olarak uygulamış, Doğu Avrupa ve Rusya’yı sömürgeleştirmeye yönelmiştir (Savran, 2018, s. 20–26). Kasım 2024’te ABD başkanlığına ikinci kez seçilen Donald Trump’ın bir yandan gümrük vergilerini artırırken diğer yandan Grönland, Kanada, Panama Kanalı ve Meksika Körfezi bağlamlarında dile getirdiği ABD topraklarını ve egemenlik sahalarını genişletme hedefi bu tarihsel bağlama yerleştirilerek anlaşılabilir. Kısacası, küresizleşme dönemlerinde korumacılık ile yayılmacılık eğilimleri eşzamanlı olarak devreye girer. Küresizleşme süreçleri ilk başta bölgesel savaşların ve nihayetinde bir dünya savaşının tohumlarını atar. Aşağıda göreceğimiz gibi, ABD-Çin ekonomik rekabeti üçüncü dünya savaşı tehlikesini her geçen gün artırmaktadır.

Çin’in politik ekonomisi: Sosyalist inşadan devlet kapitalizmine

1949-1978 arasındaki sosyalist inşa döneminde Çin, kamu mülkiyeti ve merkezi planlama temelinde hızla kalkındı. Fiziki altyapısı süratle gelişti, işgücünün kalitesi hızla arttı. Çin, tarihte eşine az rastlanır bir tempoda (yıllık ortalama %10) sanayileşti. Hızlı kalkınmasına rağmen Çin, 1970’lerin sonunda hâlâ yoksul bir ülkeydi. Aralık 1978’de benimsenen “reform ve dışa açılma” politikasıyla birlikte Çin’de kapitalist restorasyon süreci başladı. 1979’dan itibaren kurulan “Özel Ekonomik Bölgeler” aracılığıyla yabancı sermayeli sanayi gelişti. Yerli özel şirketlerin 7’den fazla işçi çalıştırma yasağı 1987’de kaldırıldı. 1980’lerden itibaren kırdan kente göç yoluyla düşük ücretli, sigortasız, emeklilik hakkı olmayan dev bir yeni proletarya oluştu. 1994’ten itibaren eski proletaryanın (kamu sektörü işçilerinin) iş güvencesi ortadan kaldırılarak emek gücü tamamen metalaştırıldı. Devlete ve kolektiflere ait işletmelerin stratejik olmayanları 1990’ların ikinci yarısı ve 2000’lerin başında özelleştirildi (Gürel, 2019, s. 23–37). 1980’lerin başında özel sektörün ekonomideki payı sıfıra yakınken günümüzde özel sektör milli gelirin %60’ından fazlasını üretiyor, kentsel istihdamın %80’inden fazlasını sağlıyor ve toplam vergilerin %50’sinden fazlasını ödüyor (Xi, 2025).

Çin proletaryasının sosyalist inşa dönemindeki kazanımlarını yitirmesi ile neoliberalizmin 1980’lerden bu yana tüm dünyayı kasıp kavurması elbette yakından ilişkilidir. Ancak, bu ilişki Çin’in politik ekonomisinin neoliberal olarak tanımlanması için yeterli değildir. Tersine, Çin kapitalizminde devletin rolü her zaman güçlü olmuştur. Örneğin toprak özel mülkiyete dönüştürül-memiştir. Devletin toprak üzerindeki mülkiyet hakları ve kontrolü hâlâ güçlüdür (Gürel, 2019). 1990’ların ikinci yarısındaki özelleştirmelere rağmen Çin devleti bankacılık, enerji ve telekomünikasyon gibi stratejik sektörlerde hâlâ çok güçlüdür. En az %50 hissesi devlete ait olan bankaların bankacılık sektörünün toplam varlıkları içindeki oranı %60’tır. Bu bakımdan Çin, devletin finans sektöründeki ağırlığı bakımından Hindistan’dan sonra ikinci ülkedir. Ancak, devletin azınlık hissedarı olduğu bankaları da devlet bankası olarak kabul eden daha geniş bir tanımdan yola çıkıldığında bu oran %100’e ulaşmaktadır (DiPippo, Mazocco ve Kennedy, 2022, s. 15). 2024’te yayımlanan bir çalışmaya göre, resmi rakamlar Çin’de kayıtlı toplam 40 milyon firmanın 391.000 tanesinin kamu sektörü işletmesi olduğunu gösterse de, tamamen devlete ait olan 363.000 şirketin yanı sıra, devletin ortalama %30 oranında hissedarı olduğu 629.000 şirket, küçük de olsa hissedar olduğu 867.000 şirket vardır. Devletin hisse sahibi olduğu firmaların toplam sermayesi, 2017 itibarıyla ekonomideki tüm firmaların toplam sermayesinin yaklaşık %68’ini oluşturmaktadır (Allen vd., 2024). Devletin azınlık hissedarı olduğu şirketler üzerindeki yönlendirici gücü azımsanamaz. Kısacası, Çin sosyalist inşadan devlet kapitalizmine geçiş yapmıştır. Çin devletinin ekonomideki belirleyici gücü, 20. yüzyılın en başarılı devlet kapitalizmi deneyimleri olan Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerin dahi üzerindedir (Hung, 2024; Tsang ve Cheung, 2024).

Çin’in çevreden yarı-çevreye yükselişi

Sosyalist inşa döneminin büyük bölümünde uygulanan “teknolojik kendine yeterlik” politikası, 1970’li yıllarda Çin’in başta ABD olmak üzere Batı ülkeleriyle ve Japonya ile yakınlaşmasına paralel olarak tedricen gevşetildi. 1978 sonrasında uygulanan “reform ve dışa açılma” politikasıyla birlikte Çin ile emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik ilişkiler hızla gelişti. Çin, Aralık 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak dünya ekonomisiyle iyice bütünleşti. 1980’lerde ve 1990’larda Batı ve Japon teknolojisinin ithaline dayanan “Teknoloji Ticaret Piyasası” stratejisi uygulandı. Bu çerçevede, yabancı şirketlerin Çin piyasasına girmeleri ve yerli şirketlerle ortaklık kurmaları teşvik edildi. Yerli şirketlerin bu şekilde teknolojik kapasitelerini artırması umuluyordu. Yabancı şirketler, Çinli şirketlerle ortaklıklarını tasarladıkları ürünlerin Çin’de ucuz ve hızlı imalatı için kullanmaya başladılar. Ancak, yabancı şirketler Ar-Ge faaliyetlerini Çin’e taşımakta, Çinli ortaklarının inovasyon kapasitesini geliştirmekte isteksiz davrandılar. Üretim zincirlerinden elde edilen kârların aslan payı yabancı şirketlere, kırıntısı Çin şirketlerine aktarıldı. Başta Amerikan sermayesi olmak üzere emperyalist sermaye bu eşitsiz işbölümünden pek memnundu (Nogueira ve Qi, s. 567–571).

Çin 1980’lerden itibaren hem iç dinamiklerine –sosyalist inşa döneminin olumlu/güçlü mirasına– dayanarak hem de yabancı yatırım alarak bir sanayi devrimi yaptı; kısa sürede dünyanın atölyesine dönüştü. Buradan ilginç –ve ironik– olan nokta sosyalist inşa döneminin ürünleri olan güçlü altyapı, eğitimli, yarı-kalifiye ve disiplinli işgücü gibi kazanımların Çin’in büyük miktarda yabancı sermaye çekmesine yardımcı olmasıdır. Yabancı sermaye, Küresel Güney’de ücretlerin benzer biçimde düşük olduğu ama altyapı ve işgücü kalitesi bakımından Çin’in gerisinde olan Afrika ve Güney Asya ülkeleri yerine Çin’e akmıştır. Dahası, aşağıda göreceğimiz gibi, Çin’de son yirmi yılda reel ücretlerin çok hızla yükselmesine rağmen ülkenin altyapısı ve işgücü kalitesi de dev adımlarla geliştiği için yabancı şirketler Çin’den çıkıp üretimlerini Küresel Güney’in diğer ülkelerine kaydırmakta güçlük çekmektedir. Çin, 2010’da dünya sanayi üretimindeki payı bakımından ABD’yi geçmiştir. 2023 itibarıyla Çin dünya sanayi üre-timinin %29’unu –yani yaklaşık üçte birini– gerçekleştirmektedir (Venditti, 2025). 2007’de Almanya’yı geride bırakarak dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, 2010’da Japonya’yı geçerek –ABD’nin ardından– ikinci büyük ekonomi haline gelmiştir (World Bank).

Şekil 3. 2023 yılına ait (ABD doları cinsinden) kişi başına milli gelir verileri

Çin, yirmi birinci yüzyılın başında fakir bir ülke olmaktan çıkmış, orta gelirli bir ülkeye dönüşmüştür. Dünya ekonomisinde çevreden yarı-çevreye sıçramıştır. Dünya nüfusunun yaklaşık altıda birine ev sahipliği yapan, 1950’lerde Sahra-altı Afrika’sı ve Hindistan ile benzer bir fakirlik seviyesini paylaşan –hatta onlardan bile kötü durumda olan– Çin’in yaptığı bu atılım, dünya iktisat tarihinde benzersiz bir başarıdır. Ancak, Çin ile emper-yalist merkez arasında hâlâ ciddi bir gelişmişlik farkı var. Günümüzde Çin’in kişi başına düşen milli geliri ABD’nin altıda biri, Almanya ve İsrail’in dörtte biri, Japonya’nın üçte biri, Güney Kore ve Tayvan’ın yarısından azdır (Şekil 3).

Çin’in yarı-çevreden merkeze yükselme gayreti

Batı sermayesi ile Çin’in 1980’lerde ve 1990’larda yaptıkla-rı uyumlu fakat eşitsiz işbölümü 2000’lerin başından itibaren Çin’de sorgulanmaya başladı. Çin sermayesi ve devleti, Ar-Ge kapasitesini artırarak küresel üretim zincirlerindeki konumunu iyileştirme, bu sayede kâr pastasından payını –Batılı, Japon ve Koreli şirketlerin aleyhine– artırma hedefini ortaya koydu. Bu çerçevede, yüksek teknolojili ve yük-sek katma değerli üretime geçiş hedeflendi.

Bu hedef, yalnızca Çin’in dünya ekonomisindeki konumunu iyileştirme çabasından kaynaklanmıyor. Zorlayıcı faktörler de var. Kentleşmenin belirli bir olgunluğa erişmesi, kırsal fazla işgücü rezervinin giderek erimesi ve –resmi sendika haricinde sendika kurma yasağına ve sıkı polisiye önlemlere rağmen– işçi sınıfı mücadelesinin –çok sayıda fiili grev ve eylemle– yükselmesinin neticesinde 2000’lerden itibaren reel ücretler hızla art-mıştır. Son çeyrek yüzyılda pek çok ülkede reel ücretler doğru dürüst artmazken Çin’de reel ücretler %600’den fazla artış gösterdi (Şekil 4). Bunun sonucunda, Çin’in dü-şük ücret ve ucuz mal üretimine –ve ihracatına– dayalı sermaye birikim stratejisi tıkandı (Nogueira ve Qi, 2019, s. 564). 2008 kriziyle birlikte dünya çapında ekonomik rekabetin kızışmasına paralel olarak bu eğilim derinleşti.

Şekil 4. ABD, Bangladeş, Brezilya, Çin ve Güney Afrika’da reel ücretler (2000 yılı=100)

Hu Jintao’nun 2006’da uygulamaya koyduğu “Yerli İnovasyon” programı ile Xi Jinping’in 2015’te uygulamaya koyduğu “Made in China 2025” stratejisi, Çin’in mevcut sanayi politikasını şekillendiren en önemli iki adımdır (Ang, Jia, Yang ve Huang, 2024, s. 2013; Li ve Branstetter, 2024, s. 4–5; McBride ve Chatzky, 2019; Nogueira ve Qi, 2019, s. 571–572). “Made in China 2025” stratejisi, başta yarı-iletkenler (mikroçipler) olmak üzere “ana materyaller” olarak belirlenen ürünlerde ülkenin kendine yeterlik oranının 2025’te %70’e çıkarılmasını, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yıldönümü olan 2049’da ise dünya teknoloji piyasasına hâkim olması hedeflerini koydu (McBride ve Chatzky, 2019). Kısacası, Çin dünya ekonomisinin yarı-çevresinden emperyalist lige doğru sıçramayı hedefliyor.

Bu hedef çerçevesinde, kamu sektörüne ve özel sektöre büyük çaplı mali, bilimsel ve teknolojik destek veriliyor. Washington merkezli Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin (CSIS) yaptığı –veri kıtlığı ve bazı önemli teşvik kalemlerinin niceliksel olarak ifade edilmesinin güçlüğü nedeniyle– son derece muhafazakâr tahmine göre, Çin devleti sanayi politikaları çerçevesinde yerli şirketleri desteklemek için 2019’da 248 milyar dolar harcamıştır. Bu miktar, o yılın milli gelirinin %1.7’sine eşittir. Çin’in sana-yi politikası harcamaları, ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Güney Kore ve Tayvan gibi yüksek teknoloji alanında önde gelen ülkelerin çok üzerindedir (Şekil 5 ve 6).

Şekil 5. Devletlerin sanayi politikası harcamaları, 2019 (ABD doları cinsinden)
Şekil 6. Devletlerin sanayi politikası harcamalarının milli gelire oranı, 2019

Devletin ve şirketlerin yaptığı Ar-Ge harcamalarının Çin’in milli gelirine oranı da astronomik olarak artmış, 1996’da %0.56’dan 2022’de %2.56’ya yükselmiştir (Şekil 7).

Şekil 7. Ar-Ge harcamalarının milli gelire oranı

Çin devleti ve şirketleri, yukarıda özetlenen harcamalar haricinde başka yöntemler de kullanıyorlar. Yabancı teknoloji şirketlerini satın almaya çalışıyorlar. Yabancı bilim insanlarını ve –başta ABD olmak üzere– gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Çinli bilim insanlarını Çin’deki şirketlere ve üniversitelere transfer etmek için yoğun çaba harcıyorlar. Dünyanın önde gelen teknoloji firmalarını Çin’e yatırım yapmaları için cömertçe teşvik ediyorlar. Çin’in devasa pazarına erişim karşılığında ya-bancı şirketlerin Ar-Ge faaliyetlerinin ciddi bir bölümü-nü Çin’e taşımasını şart koşuyorlar. Yabancı şirketlerin Ar-Ge merkezlerinde çalışarak tecrübe kazanan Çinli mühendisler ve idareciler bir süre sonra kendi şirketlerini kurarak veya mevcut yerli şirketlere transfer olarak eski şirketleriyle rekabet ediyorlar. Çin devleti, yabancı şirketlerin ülkeye yeterli seviyede teknoloji transferi yapmasını sağladıktan bir süre sonra bu şirketlere verilen teşvik ve imtiyazları kısıtlıyor. Zaman zaman mahkemeler devreye girerek yabancı şirketlere ciddi cezalar kesiyorlar. Böylelikle iç piyasada yerli şirketlerin rekabet gücü artıyor (Bradsher ve Ewing, 2021; Tsang ve Cheung, 2024, s. 307–315). Bu süreçte öne çıkan şirketlerin dünyaya açılması teşvik ediliyor. Nihayet, Sanayi Devrimi’nden günümüze değin Batılı şirketlerin sanayi casusluğu faaliyetlerine (Chang, 2003, s. 55–56) benzer biçimde, Çin şirketleri de sanayi casusluğu yöntemine başvurarak teknoloji kapasitelerini ve rekabet güçlerini artırmaya çalışıyorlar (Hung, 2022, s. 34-39; Tsang ve Cheung, 2024, s. 306–307).

Çin’in yüksek teknoloji odaklı sanayi politikalarını özetledikten sonra bu politikaların şimdiye kadarki sonuçlarına ilişkin kısa bir bilanço çıkaralım. Önce ba-şarıları, ardından başarısızlıkları ele alacağız. Yeni tek-nolojiler için patent almanın emperyalist sermayenin teknoloji tekeli bakımından kritik önemini yukarıda ele almıştık. 21. yüzyılın başına kadar Çin’deki patent başvurusu sayısı çok düşüktü. 1985’te toplam nüfusu bir milyarın üzerinde olan Çin’de yalnızca 4065 patent başvuru yapılmıştı. Benzer biçimde, toplam nüfusun 1 milyar 200 milyonu geçtiği 2000 yılında sadece 25.346 başvuru yapılmıştı. “Yerli İnovasyon” programının 2006’da uygulamaya konmasından itibaren patent başvurularında olağanüstü bir artış yaşandı. Toplam başvuru sayısı 2010’da 293.066’ya, 2021’de 1.426.644’e ulaştı. 2010 yılından beri Çin toplam patent başvurusu sayısı bakımından dünya lideri konumunda (Şekil 8).

Şekil 8. Yıllık Toplam Patent Başvurusu Sayısı

Çinli şirketlerin teknoloji yoğunluklu sanayi ürünlerindeki uluslararası rekabet gücü de artıyor. 2024 yılı itibarıyla Huawei dünya telekom ekipmanı pazarında %31’lik pazar payıyla lider konumda. ZTE ise %11’lik payıyla dördüncü sırada yer alıyor. 2024 yılı itibarıyla dünya akıllı telefon pazarındaki ilk 10 şirketin 8’i Çin menşeli. Bu sekiz Çinli şirketin toplam pazar payı %58 civarında (Canalys, 2025; Pongratz, 2025). 2024 itibarıyla, toplam satış adetlerine göre dünya elektrikli araç piyasasındaki ilk 20 firmanın 12 tanesi Çin şirketi (2010’da Çinli Geely şirketi tarafından satın alınan Volvo da buna dahil). BYD, sattığı elektrikli araç sayısıyla Tesla’yı yakalamış durumda. Elektrikli araç satış cirosuna göre Çin küresel lider konumunda. Çinli şirketlerin toplam cirosu, Amerikan şir-ketlerinin dört, Alman şirketlerinin yedi ve İngiliz şirketlerinin dokuz katından fazla (Alcott Global, 2025; Statista, 2024). Nihayet, Baidu, Alibaba, Tencent, Huawei ve SenseTime gibi firmalar ile DeepSeek gibi yeni girişimler sayesinde Çin yapay zekâ alanındaki küresel rekabette giderek öne çıkıyor (Chik, 2015; Goldman ve Eagan, 2025; Stanford University Human-Centered Artificial Intelligence, 2025).

Ancak, tüm bu başarılar Çin ile emperyalizm arasındaki mesafeyi kapatmak için yeterli değil. Çin açısından bardağın boş tarafı dolu tarafından daha önemsiz değil. Yukarıda patent alanındaki başarılardan söz etmiştik. Bu alandaki başarısızlıklar ve sorunlar hafife alınmamalı. 1990-2014 arasındaki döneme ilişkin yeni yayımlanan bir araştırma, 2006 sonrasında Çin’deki patent sayısının hızla arttığını ama sahiden yeni(-likçi)/inovatif patentlerin tüm patentlere oranının hızla azaldığını gösteriyor (Şekil 9).

Şekil 9. Çin’de sahiden yeni(-likçi) patentlerin tüm patentlere oranı

Alınan patent sayısının yerel yöneticilerin atama-yükselmelerini belirleyen önemli kriterlerden biri haline getirilmesi, bürokratların patent kalitesinden ziyade patent sayısını artırmaya yönelmesi bunun önemli nedenlerinden biri. Çin Ulusal Fikri Mülkiyet İdaresi (CNIPA) kalitesiz ve sahte patent sorununa ilk kez 2018’de dikkat çekerek “kamu fonlarını körlemesine kullanarak patent sayılarını şişirme ve merkezi hedeflerden sapma” eğilimine karşı uyarıda bulundu. CNIPA, ertesi yıl patent sahteciliği yapan 18 kişiyi teşhir etti. Bu kişilerin “eski başvurulara yüzeysel değişiklikler yaparak bunları yeni başvuru gibi göstermek, yetkin olmayan kişiler tarafından yazılan patent başvurularını onaylamak ve şirketlere ait patent başvurularını rakip firmalara aktarmak” gibi suçlar işlediğini açıkladı. 2021’de benzer bir uyarıda bulunarak “bazı yerel yönetimler hâlâ niceliksel göstergelerin peşinden körlemesine koşuyor… Bu durum…işletmelerin inovasyon [kapasitesine] ciddi şekilde zarar veriyor, kamu kaynaklarını israf ediyor ve patent sistemine zarar veriyor” açıklamasını yaptı (Ang, Jia, Yang ve Huang, 2024, s. 2022, 2035).

Benzer biçimde, geçen yıl yayımlanan bir çalışmaya göre, “Made in China 2025” kampanyası çerçevesinde cömertçe sübvanse edilen şirketlerin Ar-Ge faaliyetlerinde belirgin bir artış olmakla birlikte, söz konusu artış yurtiçi ve yurtdışında yapılan patent başvurularını, işgücü verimliliğini veya toplam faktör verimliliğini istatistiki olarak ciddi ölçüde artırmıyor (Li ve Branstetter, 2024).

Bu bulgular, Çin’in teknolojik atılım çabasının başarısız olduğunu söylemek için yeterli değil. Çin devleti, sanayi politikası harcamalarının önemli bir kısmı boşa gitse bile, küçük bir kısmının dahi başarılı olması halinde bu alanda ciddi mesafe alacağı düşüncesiyle hareket ediyor. Bu nedenle, ekonomik durgunluğa ve ciddi borç sorununa rağmen, merkezi devlet ve yerel yönetimler Ar-Ge faaliyetlerini cömertçe desteklemeyi sürdürüyorlar (Ang, Jia, Yang ve Huang, 2024, s. 2036–2037). Ancak, kaynakların verimli kullanımı sağlanmazsa Çin’in teknoloji atılımı çabası beklenen sonuçları vermeyebilir.

İnovasyon alanında yeterince mesafe alınamamasından dolayı Çin’in fikri mülkiyet ödemeler dengesi ciddi miktarda açık vermeye devam ediyor. Çin ihraç ettiği patentlerden elde ettiği gelirden çok daha fazlasını yurtdışından patent ithal etmek için ödüyor (Şekil 10). Benzer biçimde, Çin’in çip üretimi ekipmanı ve uçak ithalatı ihracatından katbekat fazla (Şekil 11). Daha-sı, Çin devletinin yüksek teknolojili sektörleri içerecek ama onunla sınırlı kalmayacak şekilde tanımladığı “yeni ekonomi”nin ulusal ekonomideki payı %20’nin altında. Çin’in çok sözü edilen dış ticaret fazlasının da nispeten küçük bir bölümü yüksek teknoloji içeren ürünlerin ihracatından kaynaklanıyor (DiPippo, 2025).

Şekil 10. Çin’in fikri mülkiyet ödemeler dengesi açığı (aylık, Yuan cinsinden)
Şekil 11. Çin’in çip üretimi ekipmanı ve uçak tedarikinde dışa bağımlılığı

Bilindiği gibi, günümüzün en ileri/niş teknolojisi mikroçipler/yarı-iletkenler. Çipler, internetten yapay zekâya uzanan tüm yeniliklerin temelini oluşturuyor. Devletin cömert desteğinin de etkisiyle Çin şirketleri çip sektöründe giderek faal hale geliyorlar ama Batılı, Japon, Koreli ve Tayvanlı muadillerine nazaran hâlâ çok daha geri bir konumdalar. En yüksek ciro elde eden mikroçip şirketleri listesinde tek bir Çinli şirket yok (Tablo 1). Çin’in SMIC ve JCET gibi yükselen çip firmaları, tedarik zincirinin alt basamaklarında yer alan, katma değeri nispeten düşük alanlarda faaliyet gösteren şirketler (Şekil 12).

Tablo 1. Satış gelirine göre dünyanın ilk 10 çip firması
Şekil 12. Günümüzde küresel çip tedarik zinciri
Şekil 13. Sermayenin teknik bileşim oranı (Çin/ABD, %)

Son olarak, birim işgücü başına düşen varlık kütlesinin oranı anlamına gelen “sermayenin teknik bileşimi”ne bakalım. Carchedi ve Roberts’ın çalışmasına göre, ABD ile Çin arasındaki sermayenin teknik bileşimi farkı Çin’in teknolojik atılımı sayesinde biraz kapanmasına rağmen hâlâ ciddi düzeyde. 2019 yılı itibarıyla ABD’de sermayenin teknik bileşimi Çin’in dört katı (Şekil 13). Kısaca-sı, yukarıda sergilediğimiz başarılarına rağmen Çin’in mevcut teknolojik seviyesi emperyalist ülkelerden hâlâ çok daha geri durumda.

Uluslararası senyoraj ve askeri güç farkı

Çin’in tarihte eşine az rastlanır bir kalkınma başarısına ulaşmasına rağmen mevcut teknolojik ve ekonomik gelişmişlik düzeyinin emperyalist ligin çok altında olduğunu, dolayısıyla Çin’in emperyalist olarak nitelendirilemeyeceğini yukarıda ortaya koyduk. Bu bölümde Çin kapitalizminin emperyalist olmayan karakterinin diğer iki önemli boyutu olan uluslararası senyoraj ve askeri güç başlıklarını kısaca tartışacağız.

“Uluslararası senyoraj”, bir ülkenin para biriminin dünya ticaretinde ve uluslararası yatırımlarda yaygın olarak kullanılmasından –yani uluslararası rezerv para niteliğine sahip olmasından– faydalanarak benzer konumda olmayan ülkelerin kaynaklarına el koyması anlamına gelir. Günümüzde uluslararası döviz rezervlerinin yaklaşık oluşturan Amerikan dolarını basan ABD, bu avantajdan en fazla yararlanan devlettir. Minqi Li’nin ifadesiyle,

Önde gelen bir emperyalist ülke olarak ABD, “senyoraj ayrıcalığı”ndan faydalanmaktadır. Diğer ülkelerin büyük miktarlarda döviz rezervlerini dolar cinsinden varlıklar şeklinde tutma ihtiyacı nedeniyle ABD karşılığında mal satmadan yalnızca para basarak trilyonlarca dolarlık mal “satın alabilmektedir.” Bu nedenle, ABD’nin “ticaret açıklarında” yer alan işgücü, esasen dünyanın geri kalanından yapılan tek taraflı transferler olarak ele alınmalı ve eşitsiz mübadele kapsamında değerlendirilmelidir (Li, 2021).

Carchedi ve Roberts da aynı olguya işaret ediyor:

ABD emperyalizmi, doların uluslararası ticaret, yatırım ve değer saklama aracı haline gelmesi sayesinde artı değere el koyabilmektedir…Bu durum, uluslararası senyoraj olarak adlandırılır ve bir devletin para basma tekeline sahip olmasından kâr elde etmesi anlamına gelir (Carchedi ve Roberts, 2021, s. 37-38).

ABD dolarına nazaran daha zayıf konumda olsalar da, Euro, Yen ve Sterlin gibi para birimleri de rezerv para statüsüne sahipler. Dolayısıyla, AB, Britanya ve Japonya’nın da benzer ayrıcalıkları var (Şekil 13). Çin ise bu ayrıcalık-tan yoksun. Çin devleti, sıcak para kaynaklı dış şoklardan çekindiği için para birimi Yuan’ı tam anlamıyla konvertibl hale getirmekten kaçınıyor. Ülkenin merkez bankası olan Çin Halk Bankası, Ağustos 2024 itibarıyla 42 ülkey-le swap anlaşmasına sahip (China Power Team, 2025). Ancak, bu anlaşmalar Çin’in diğer ülkelerle ticaretinde Yuan’ın kullanımını artırmakla birlikte onu Çin’in ticari ilişkilerinin ötesinde, üçüncü taraflar tarafından yaygın olarak kullanılan, sahici bir uluslararası rezerv para birimi haline getirmeye yeterli değil. Dünya nüfusunun altıda birine ve dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sahip olan Çin’in para birimi Yuan’ın dünya döviz rezervlerindeki payı %2 civarında (Şekil 14). Uluslararası senyoraj ayrıcalığı hakkında yakın zamanda yayımlanan ayrıntılı bir çalışma bu gerçeğin altını çiziyor:

ABD doları ve Euro, küresel yabancı varlıkların para birimi cinsinden değerlenmesinde baskın konumdadır… Bunun yanı sıra, ayrıcalıklı ülkeler tarafından basılan İngiliz sterlini, Japon yeni ve İsviçre frangı gibi diğer para birimlerinin de küçük ama hâlâ önemli bir rol oynadığı görülmektedir…Çin yüeni (renminbi) ise yükselen bir trend göstermektedir, ancak bu, ona pozitif bir getiri farkı sağlamak için yeterli değildir… Tarihsel olarak Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilendirilen aşırı ayrıcalık, artık belirli ülkeler arasındaki farklılıklara rağmen zengin dünya ayrıcalığı haline gelmiştir (Nievas ve Sodano, 2024, s. 48, 51).

Şekil 14. Uluslararası döviz rezervlerinin farklı para birimlerine dağılımı

Aynı çalışmanın bulgularına göre,

Dünya genelinde –216 ekonomiyi– kişi başına düşen milli gelire göre beş eşit gruba (beşte birlik dilimlere) ayırdığımızda görüyoruz ki, yabancı varlıkların getiri oranları küresel olarak düşmüş olsa da, yabancı yükümlülüklerin getiri oranları yalnızca en zengin %20’lik dilimdeki ülkelerde azalmıştır. Bu durum, bu ülkelerin sürekli bir ayrıcalık yaşamasına ve dünyanın geri kalanından toplam GSYİH’lerinin yaklaşık %1’i kadar net sermaye geliri transferi almalarına yol açmıştır. Bu da, zengin ülkelerin, Uluslararası Yatırım Pozisyonlarını (IIP) bozmadan GSYİH’lerinin %1’i kadar sürekli ticari açık verebilecekleri anlamına gelirken, geri kalan %80’lik dilimin ya ticari fazla vermesini ya da yabancı yükümlülüklerinden biriken faizi ödemek için finansman arayışına girmesini zorunlu kılmaktadır. En zengin %10 ile dünyanın geri kalanı arasındaki eşitsizlik daha da büyüktür, çünkü bu ülkeler aşırı getirileri sayesinde toplam GSYİH’lerinin neredeyse %2’si kadar net sermaye geliri transferi elde etmektedir (Nievas ve Sodano, 2024, s. 3).

Şekil 15. Uluslararası senyoraj yoluyla elde edilen aşırı getirilerin milli gelire oranı

Buna karşılık, BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) “için negatif getiri farkı, GSYİH’lerinin yıllık %2-3’ü oranında bir yük oluşturmaktadır” (Nievas ve Sodano, 2024, s. 3, bkz. Şekil 15). İkinci Trump dö-neminde doların uluslararası rezerv para statüsünün ne kadar aşınacağı belirsiz olmakla birlikte, mevcut statükonun devam etmesi halinde Çin’in uluslararası senyoraj mekanizması aracılığıyla başta ABD olmak üzere G7’ye kaynak transferi sürecek.

Benzer bir tablo askeri alan için de geçerli. ABD ile Çin’in askeri güçleri arasında muazzam bir fark var. Çin uluslararası bir askeri güç değil. Yalnızca Cibuti’de küçük bir askeri üssü var. Tacikistan’da da sınırlı bir askeri varlığı olduğu söyleniyor (Wang ve Beauchamp-Mustafaga, 2024). Cibuti’de ABD, Fransa, Japonya ve İtalya’nın da üssü olduğu göz önünde bulundurulduğunda Çin’in oradaki varlığının sınırlı olduğu anlaşılır. ABD’nin ise yaklaşık 80 ülkede 750 askeri üssü, Britanya’nın 42 ülkede 145 askeri üssü var (Vine, Deppen ve Bolger, 2021). Kısacası, teknolojik gelişmişlik ve uluslararası senyoraj faktörlerine ek olarak, mevcut askeri gücü de Çin’in emperyalist ligin dışında olduğunu ortaya koyuyor.

Son olarak, askeri alanın ötesine geçip Çin’in jeopolitik gücünü ilgilendiren önemli gelişmelerden Kuşak-Yol Girişimi’ne (KYG) kısaca değinelim. Xi Jinping’ in 2013’te ilan ettiği Kuşak-Yol Girişimi (KYG), Avrasya, Afrika ve Latin Amerika’nın lojistik altyapısını geliştirerek Çin’in hammaddelere erişimini kolaylaştırmayı ve ihracatını artırmayı hedefliyor. KYG çerçevesinde 2015’te kurulan ve finansmanının üçte biri Çin tarafından karşılanan Asya Altyapı Yatırım Bankası, gelişmekte olan ülkelerin altyapı yatırımı için gereksindiği krediler konusunda öteden beri söz sahibi olan ABD kontrolündeki Dünya Bankası’na alternatif olmayı amaçlıyor. KYG dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisini barındıran 150 ülkeyi kapsıyor. Çin’in KYG’ye yaptığı toplam yatırım 1 trilyon doları aştı. Ancak, Çin KYG kapsamında verdiği borçları tahsil etmekte ciddi güçlüklerle karşılaşıyor (Parks vd. 2023). Bu projenin seyrini dikkatle izlemek gerekiyor. Ancak, Çin’in ekonomik ve askeri gücünün sınırları göz önünde bulundurulduğunda, iddialı bir proje olmasına rağmen KYG’nin tek başına Çin’i emperyalist bir konu-ma yerleştirmeye yetecek bir kaldıraç olmadığı açık.

Batı’nın “Çin tehdidi” algısı ve ABD-Çin rekabeti

Çin henüz emperyalist lig ile arasındaki gelişmişlik farkını kapatamamış olsa da, Küresel Güney’de bunu başarmak için sistematik çaba harcayan tek yarı-çevre ülkesi konumunda. Çin’in yukarıda açıkladığımız yüksek teknoloji odaklı sanayi politikasına benzer bir politikayı uygulayabilen başka bir yarı-çevre ülkesi mevcut değil. Büyük depresyon döneminde sabit sermaye yatırımlarının emperyalist ülkelerde durgunluk eğili-minde olduğu gerçeği de akılda tutulmalı. Emperyalist ülkelerde özel sektörün ekonomideki ağırlığı Çin’e nazaran daha fazla. Kâr oranlarının uzun süre düşük seyrettiği günümüzde özel şirketler büyük çaplı ve uzun vadeli sabit sermaye yatırımı yapmaya pek iştahlı değiller. Tam da bu nedenle emperyalist devletler ekonomideki ağırlıklarını, ekonomiye müdahale kapasitelerini artırmaya çalışıyorlar. Çin’in yükselişini durdurma motivasyonunun da etkisiyle bu ülkelerde sanayi politikası yeniden popülerleşiyor. Ancak, bu süreç, sabit sermaye yatırımlarını ciddi ölçüde artırabilecek olgunluğa erişmiş değil. Emperyalist devletler bu sorunlarla boğuşurken Çin’in güçlü devlet kapitalizmi sayesinde atak yapmaya çalıştığını, 2008’de başlayan büyük depresyondan olumsuz etkilenmesine, yıllık milli gelir artışının çift haneli rakamlardan %5 seviyesine düşmesine, artan borç sorununa rağmen emperyalist ülkelerden çok daha yüksek sanayi politikası harcaması yaptığını yukarıda görmüştük. Bu çabaların sonuç vermesi Çin’in aradaki farkı kapatması demek. Çin ile emperyalist lig arasındaki gelişmişlik farkının altını çizen iki önemli iktisatçı olan Alan Freeman ve Michael Roberts, Çin’in aradaki farkı önümüzdeki 20 yıl içinde kapatma ihtimali olduğuna işaret ediyorlar (Freeman, 2024, s. 21; Roberts, 2025). Bu olasılık, başta ABD olmak üzere G7’yi ciddi biçimde tedirgin ediyor.

Bu tedirginliğin ciddi demografik ve tarihsel temelleri de var. Yukarıda vurguladığım gibi, emperyalist merkez bugüne kadar yalnızca çok düşük nüfuslu çok az sayıda ülkeyi emperyalist lige kabul edip hazmedebildi. Çin’in böyle bir ülke olmadığı açık. Çin’in nüfusu, G7 ülkelerinin toplam nüfusunun yaklaşık iki katı. Bu nedenle, Çin’in merkeze yükselmesi G7’nin hazmedebileceği bir gelişme değildir. Çin, 1949’daki sosyalist devrimden günümüze değin nispeten otonom bir çizgide kalkınmış, ABD ile yakınlaştığı, pek çok konuda işbirliği yaptığı dönemlerde dahi Güney Kore, Tayvan ve İsrail gibi ABD’nin jeopolitik şemsiyesi altına girmemiştir. Bu nedenle, başta ABD olmak üzere emperyalist merkez için Çin’in ekonomik yükselişi giderek ciddileşen ve ne pahasına olursa olsun bertaraf edilmesi gereken bir tehdit.

ABD-Çin rekabeti bu bağlamda artıyor. ABD’nin Çin’e karşı açtığı ekonomik savaşın biri teknoloji diğeri ticaret olmak üzere iki ana cephesi var. Teknoloji savaşı, Çin’in gelişkin çiplere erişimini kısıtlayarak yüksek tek-nolojili ürünler geliştirmesinin önüne geçmeyi hedefliyor. Birinci Trump döneminde başlatılan savaş, Biden döneminde, 7 Ekim 2022’de yürürlüğe giren “Çip Yasa-sı” ile hız kazandı ve bugün de peş peşe yaptırımlarla tırmanışını sürdürüyor (Tablo 2).

Tablo 2. ABD’nin Çin’e yönelik çip yasaklarının zaman çizelgesi

Ticaret savaşı da benzer bir seyir izliyor. Birinci Trump döneminde Çin ürünlerine konan ek gümrük vergileri, Biden döneminde geçerli olmaya devam etti ve Trump’ın ikinci döneminde de artmayı sürdürüyor. Nisan 2025’te Çin’den yapılan ithalata uygulanan gümrük vergileri pek çok üründe %145’e, bazı kalemlerde ise %245’e kadar yükseltildi (Bade, 2025). Çin buna misilleme olarak bazı ABD ürünleri için tarife oranını %125’e çıkardı. Her iki ülke de kendi kırılganlıklarını gözeterek bu vergilerin bir bölümünü geri çekmiş olsa da (Huld, 2025), ticaret savaşında kritik bir eşik aşılmış oldu.

ABD-Çin rekabeti, bazı bakımlardan 1980’lerin ABD-Japonya rekabetine benziyor. 1980’lerde Japonya’nın teknolojik ve ekonomik bakımdan ABD’yi geçtiği, Japon sermayesinin Amerikan firmalarını satın alıp yuttuğu, Japonya’nın kesinlikle durdurulması gerektiği yönündeki kanaat ABD’de güçlüydü. Fred Warshofky’nin 1989 tarihli Çip Savaşı kitabı dönemin ruhunu yansıtıyordu (Warshofky, 1989). 1985’te imzalanan Plaza Anlaşması ile Japonya para birimi Yen’in aşırı değerlenmesini kabul etti. Bu durum Japonya’nın ihracat performansını olumsuz etkiledi. ABD’nin baskısıyla 1986’da imzalanan ABD-Japonya Yarı-İletken Ticaret Anlaşması kapsamında Japonya hem ABD’ye hem de üçüncü ülke pazarlarına yaptığı çip ihracatını sınırlamayı kabul etti. Japon hükümeti ayrıca Japonya’nın çip ithalatını artırmayı kabul etti. Buna göre, ABD firmalarının 1992 yılına kadar Japon pazarının yüzde 20’sini karşılaması gerekiyordu. Hedeflere ulaşılamadığında, ABD hükümeti misilleme olarak Japon bilgisayarları ve yarı iletken kullanan televizyonlar da dahil olmak üzere bazı ürünlerde ithalat tarifeleri uyguladı. ABD, Japonya üzerindeki askeri nüfuzundan da faydalanarak bu dayatmaları yapabildi ve çip savaşını kazandı (Bown and Wang, 2024, s. 84–86; Miller, 2022, s. 99–120).

Japonya hakkında söylenenlerin çok daha fazlası bugün Çin için söyleniyor. Chris Miller’ın 2022 tarihli Çip Savaşı kitabı bugünün ruhunu yansıtıyor (Miller, 2022). ABD Japonya’ya yaptığını Çin’e karşı yapabilirse iki ülke arasındaki gerilim azalır, savaşa neden olmaz. Ancak, 1945’ten itibaren ABD’nin askeri/jeopolitik şemsiyesi altında olan Japonya ile bir sosyalist devrim yoluyla nispeten otonom bir kalkınma çizgisi izleyen, ABD ile işbirliği yaptığı dönemlerde dahi Japonya kadar ona bağımlı olmayan Çin’i kalkınma iddialarından vazgeçirmek hiç de kolay değil.

Bu tablodan çıkarılacak sonuç açık: Çin derin bir ekonomik ve siyasi krize sürüklenmezse ve kalkınma iddialarından vazgeçmezse Çin-ABD gerilimi –savaş olasılığını da barındıracak şekilde– tırmanmayı sürdürecek. “Tek Çin” politikasının fiilen geçersizleştiği, başta ABD olmak üzere Çin’in rakiplerinin Tayvan ile iyi ilişkiler kurduğu biliniyor. Yukarıda anılan 2022 tarihli Çip Yasası çerçevesinde Intel, Nvidia, TSMC, vb. şirketlere ABD’de dev çip fabrikaları kurmaları için büyük teşvikler verildiğini de hatırlayalım. Bu fabrikalar tam kapasiteyle çalışmaya başladıklarında Çin ile olası bir savaşın arka cephesi inşa edilmiş olacak.

Gelişmelerin yönü giderek belirginlik kazanıyor. Trump’ın Çin’e yönelik gümrük tarifelerini astronomik olarak yükseltme kararının hemen ardından, 5 Mart 2025’te Çin Dışişleri Bakanlığı şu mesajı yayımladı: “Eğer ABD’nin istediği şey savaş ise, ister bir gümrük savaşı, ister bir ticaret savaşı ya da başka bir tür savaş olsun, sonuna kadar savaşmaya hazırız” (Bao, 2025). ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bu açıklamaya şöyle cevap verdi: “Barışa özlem duyanlar savaşa hazırlanmalıdır…O savaşı istemiyoruz…Ancak benim savunma bakanı olarak görevim hazırlığımızın yapılmasını güvence altına almaktır. Bu yüzden savunma harcamalarına, yeteneklere, silahlara ve Hint-Pasifik bölgesinde [güçlü bir] duruşa ihtiyacımız var ve bu, üzerinde yoğun bir şekilde durduğumuz bir konu” (Fox News, 2025).

Sonuç

Çin 1978’den itibaren yaşanan kapitalist restorasyon sürecinin neticesinde 21. yüzyılın başında devlet kapitalizmi karakterinde bir ekonomiye dönüştü. Aynı süreçte dünya ekonomisinin çevresinden (yoksul ülkeler liginden) yarı-çevresine (orta gelirli ülkeler ligine) sıçradı. Çin’in günümüzde merkeze (emperyalist lige) doğru tırmanabilmek için ciddi bir teknolojik atılım çabası içinde. Çin’in teknolojik atılım çabası bazı başarılı sonuçlar vermiş olsa da Çin ile emperyalizm arasındaki gelişmişlik farkını kapatabilmiş, Çin’i emperyalist bir ekonomiye dönüştürebilmiş değil. Ancak, Çin’in bu tip bir politikayı devasa bir ölçekte uygulayabilen tek yarı-çevre ülkesi olması –başta ABD olmak üzere– G7 emperyalizmini tedirgin ediyor. ABD-Çin rekabet her geçen gün artırıyor. 2008’den beri devam eden üçüncü büyük depresyon bu rekabeti daha da körüklüyor. Çin emperyalist ülkelerin teknolojik inovasyon tekelini –ve dolayısıyla ABD hegemonyasını– aşındırma çabasından vazgeçmedikçe ABD-Çin gerilimi –dünya savaşı riskini de içerecek şekilde– artacak.

OTURUM YÖNETİCİSİ- Harika bir sunum oldu. Burak Gürel’e çok teşekkür ediyoruz.

Kaynakça

Aadeetya, S. 2025. “Apple Chief Tim Cook Explains Why the iPhones Are Made in China and Not US”, 18 Nisan 2025. https://www.news18.com/tech/apple-chief-tim-cook-explains-why-the-iphones-are-made-in-china-and-not-us-9302543.html. (erişim tarihi: 22 Nisan 2025).
Alcott Global. 2025. “Top 20 Automotive Brands in the World by Electric Vehicle Sales”, 21 Ocak 2025. https://alcottglobal.com/infographic/top-20-automotive-brands-in-the-world-by-electric-vehicle-sales (erişim tarihi: 24 Nisan 2025).
Allen, Franklin, Junhui Cai, Xian Gu, Jun Qian, Linda Zhao, and Wu Zhu. 2024. “Centralization or Decentralization? The Evolution of State-Ownership in China,” 20 Ekim 2024, http://dx.doi.org/10.2139/ssrn.4283197 (erişim tarihi: 6 Mayıs 2025).
Allen, Robert C. 2011. Global Economic History: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press.
Allen, Robert C. 2023 (ikinci basım). Küresel Ekonomi Tarihi: Kısa Bir Giriş, çeviren: Hande Koçak Cimitoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Ang, Yuen Yuen, Nan Jia, Bo Yang ve Kenneth G. Huang. 2024. “China’s Low-Productivity Innovation Drive: Evidence From Patents”, Comparative Political Studies, Cilt: 57, No: 12, s. 2011–2045.
Bade, Gavin. 2025. “How Did Trump’s China Tariffs Get to 245%?”, Wall Street Journal, 17 Nisan 2025. https://www.wsj.com/livecoverage/stock-market-trump-tariffs-trade-war-04-17-25/card/how-did-trump-s-china-tariffs-get-to-245–K4fInaSxUrk90McUJnaf (erişim tarihi: 17 Nisan 2025).
Baldwin, Richard. 2022. “The Peak Globalisation Myth: Part 4– Services Trade Did Not Peak”, 3 Eylül 2022. https://cepr.org/voxeu/columns/peak-globalisation-myth-part-4-services-trade-did-not-peak (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
Bao, Anniek. 2025. “‘Tariff War, A Trade War or Any Other Type of War’ — China Says It’s Ready to Fight U.S. Until the End”, 5 Mart 2025. https://www.cnbc.com/2025/03/06/tariff-war-a-trade-war-or-any-other-type-of-war-china-says-its-ready-to-fight-us-until-the-end.html (erişim tarihi: 6 Mart 2025).
Beasley, William Gerald. 1987. Japanese Imperialism, 1894–1945, Oxford & New York: Oxford University Press, 1987.
Bown, Chad P. ve Dan Wang. 2024. “Semiconductors and Modern Industrial Policy”, Journal of Economic Perspectives, Cilt: 38, No: 4, s. 81–110.
Canalys. 2025. “Global Smartphone Market Soared 7% in 2024 as Vendors Prepare for Tricky 2025”, 3 Şubat 2025. https://www.canalys.com/newsroom/worldwide-smartphone-market-2024 (erişim tarihi: 24 Nisan 2025).
Carchedi, Guglielmo ve Michael Roberts. 2021. “The Economics of Modern Imperialism”, Historical Materialism, Cilt: 29, No: 4, s. 23–69.
Castells, Manuel. 1992. “Four Asian Tigers with a Dragon Head: A Comparative Analysis of the State, Economy, and Society in the Asian Pacific Rim,” içinde: States and Development in the Asian–Pacific Rim, derleyenler: R. P. Appelbaum ve Jeffrey Henderson, Londra: Sage, s. 33–70.
CEIC Data. 2025. “CN: BoP: CA: Service Balance: Intellectual Property Royalties”, https://www.ceicdata.com/en/china/balance-of-payments-current-account-goods-and-services-monthly-rmb/cn-bop-ca-service-balance-intellectual-property-royalties (erişim tarihi: 25 Nisan 2025).
Chan, Kyle. 2025. “Double-edged Swords in the US-China Cold War”, 25 Nisan 2025. https://www.high-capacity.com/p/double-edged-swords?utm_campaign=post&utm_medium=web (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
Chang, Ha-Joon. 2003. Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective, Londra: Anthem Press.
Chik, Holly. 2025. “Chinese Universities Surpass US Rivals in AI Ranking – and then There is DeepSeek”, 3 Nisan 2025. https://www.scmp.com/news/china/science/article/3305004/chinese-universities-surpass-us-rivals-ai-ranking-and-then-there-deepseek (erişim tarihi: 12 Mayıs 2025).
China Power Team. 2016. “How Is China Shaping the Global Economic Order?”, 9 Mart 2016 (son güncelleme: 26 Ağustos 2020). https://chinapower.csis.org/how-is-china-shaping-the-global-economic-order/ (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
China Power Team. 2024. “Measuring China’s Manufacturing Might”, 17 Aralık 2024. https://chinapower.csis.org/tracker/china-manufacturing/ (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
DiPippo, Gerard, Ilaria Mazzocco ve Scott Kennedy. 2022. Red Ink: Estimating Chinese Industrial Policy Spending in Comparative Perspective, Washington, D.C.: Center for Strategic & International Studies.
DiPippo, Gerard. 2025. “Focus on the New Economy, Not the Old: Why China’s Economic Slowdown Understates Gains”, 18 Şubat 2025. https://www.rand.org/pubs/commentary/2025/02/focus-on-the-new-economy-not-the-old-why-chinas-economic.htm (erişim tarihi: 24 Nisan 2025).
Fox News. 2025 “Secretary Hegseth: It’s A ‘Renaissance’ at the Pentagon under Trump’s Leadership”, 5 Mart 2025. https://www.foxnews.com/video/6369632071112 (erişim tarihi: 6 Mart 2025).
Freeman, Alan. 2024. “The Geopolitical Economy of International Inequality”, Development and Change, Cilt: 55, No: 1, s. 3–37.
Goldman, David ve Matt Egan. 2025. “A Shocking Chinese AI Advancement Called DeepSeek is Sending US Stocks Plunging”, 27 Ocak 2025. https://edition.cnn.com/2025/01/27/tech/deepseek-stocks-ai-china (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
Gürel, Burak. 2019. “Çin’in Yükselişinin Tarihsel Arka Planı ve Yakın Geleceği,” Çin Bilmecesi: Çin’in Ekonomik Yükselişi, Uluslararası İlişkilerde Dönüşüm ve Türkiye, derleyenler: Mustafa Yağcı and Caner Bakır, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s. 21–51.
Gürel, Burak. 2019. “Semi-private Landownership and Capitalist Agriculture in Contemporary China”, Review of Radical Political Economics, Cilt: 51, No: 4, s. 650–669.
Huld, Arendse. 2025. “Breaking Down the US-China Trade Tariffs: What’s in Effect Now?”, 18 Haziran 2025. https://www.china-briefing.com/news/us-china-tariff-rates-2025/ (erişim tarihi: 29 Haziran 2025).
Hung, Ho-fung. 2022. Clash of Empires: From “Chimerica” to the “New Cold War”, Cambridge: Cambridge University Press.
International Labor Organization (ILO). 2024. Global Wage Report 2024-25: Is Wage Inequality Decreasing Globally?, 28 Kasım 2024. https://www.ilo.org/publications/flagship-reports/global-wage-report-2024-25-wage-inequality-decreasing-globally (erişim tarihi: 1 Nisan 2025. Not: Rapora zemin oluşturan veri setine aynı linkten erişilebilir).
Karataşlı, Şahan Savaş. 2025. “Trump’ın Gazze çıkışı ABD’nin Ortadoğu’daki Tüm İddiasının Değiştiğini Gösteriyor” (Mühdan Sağlam’ın mülakatı), 10 Şubat 2025. https://www.gazeteduvar.com.tr/karatasli-trumpin-gazze-cikisi-abdnin-ortadogudaki-tum-iddiasinin-degistigini-gosteriyor-makale-1755856 (erişim tarihi: 10 Şubat 2025).
King, Sam. 2021. Imperialism and the Development Myth: How Rich Countries Dominate in the Twenty-First Century, Manchester: Manchester University Press.
Lenin, V.İ. (1916) 1975. Imperialism, The Highest Stage of Capitalism-A Popular Outline, içinde: Lenin, Selected Works in Three Volumes, Vol. 1, Moskova: Progress Publishers, 1975 (4. basım), s. 634–731).
Lenin, V.İ. (1916) 2009. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Halkı Amaçlayan Bir Deneme, çeviren: Cemal Süreya, Ankara: Sol Yayınları (11. basım).
Lenin, V.İ. (1917) 1977. “Revision of the Party Programme”, içinde: Lenin, Collected Works, Vol. 26, Moskova: Progress Publishers, 1977 (3. basım), s. 149-178.
Li, Guangwei ve Lee G. Branstetter. 2024. “Does ‘Made in China 2025’ Work for China? Evidence from Chinese Listed Firms”, Research Policy, Cilt: 53, No: 6, s. 1–14.
Li, Minqi. 2021. “China: Imperialism or Semi-Periphery?”, https://monthlyreview.org/2021/07/01/china-imperialism-or-semi-periphery/ (erişim tarihi: 12 Ekim 2021).
Macpherson, William John. 1995. The Economic Development of Japan, 1868–1941, Cambridge & New York: Cambridge University Press.
Macrotrends. “World Trade to GDP Ratio”. https://www.macrotrends.net/global-metrics/countries/wld/world/trade-gdp-ratio (erişim tarihi: 26 Haziran 2025).
McBride, James ve Andrew Chatzky. 2019. “Is ‘Made in China 2025’ a Threat to Global Trade?”, 13 Mayıs 2019. https://www.cfr.org/backgrounder/made-china-2025-threat-global-trade (erişim tarihi: 21 Aralık 2021).
Miller, Chris. 2022. Chip War: The Fight for the World’s Most Critical Technology, New York: Scribner.
Nievas, Gastón and Alice Sodano. 2024. “Has the US Exorbitant Privilege Become A Rich World Privilege? Rates of Return and Foreign Assets from a Global Perspective, 1970-2022”, World Inequality Lab Working Paper 2024/14. https://prod.wid.world/www-site/uploads/2024/04/WorldInequalityLab_WP2024_14_Has-the-US-exorbitant-privilege-become-a-rich-world-privilege_Final.pdf (erişim tarihi: 18 Mart 2025).
Nogueira, Isabella ve Hao Qi. 2019. “The State and Domestic Capitalists in China’s Economic Transition: From Great Compromise to Strained Alliance”, Critical Asian Studies, Cilt: 51, No: 4, s. 558–578.
Öztürk, Özgür. 2010. Türkiye’de Büyük Sermaye Grupları: Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi, İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı.
Parks, B. C., A. A. Malik, B. Escobar, S. Zhang, R. Fedorochko, K. Solomon, F. Wang, L. Vlasto, K. Walsh, ve S. Goodman, 2023. Belt and Road Reboot: Beijing’s Bid to De-Risk Its Global Infrastructure Initiative. Williamsburg, VA: AidData at William & Mary.
Pongratz, Stefan. 2025. “Worldwide Telecom Equipment Down 11 Percent in 2024”, 19 Mart 2025. https://www.delloro.com/worldwide-telecom-equipment-down-11-percent-in-2024/ (erişim tarihi: 24 Nisan 2025).
Qi, Hao ve David M. Kotz. 2020. “The Impact of State-Owned Enterprises on China’s Economic Growth”, Review of Radical Political Economics, Cilt: 52, No: 1, s. 96–114.
Reuters. 2025. “Percent of Global FX Reserves in Dollars Ticks Up, Amounts Fall, IMF Data Shows”, 1 Nisan 2025. https://www.reuters.com/markets/currencies/percent-global-fx-reserves-dollars-ticks-up-amounts-fall-imf-data-shows-2025-03-31/#:~:text=Reported%20global%20holdings%20of%20reserves,%2411.47%20trillion%20from%20%2411.84%20trillion (erişim tarihi: 10 Mayıs 2025).
Roberts, Michael. 2024a. “The Polycrisis of Capitalism”, Theory & Struggle, Cilt: 125, No: 1, s. 40–55.
Roberts, Michael. 2024b. “Emperyalistler Artık Daha Sömürgen!”, Evrensel, 6 Mayıs. https://www.evrensel.net/haber/517641/emperyalistler-artik-daha-somurgen (erişim tarihi: 1 Haziran 2024).
Roberts, Michael. 2025. “Catching Up or Falling Behind?”, Association of Heterodox Economics Conference, Londra, Haziran 2025. https://thenextrecession.wordpress.com/wp-content/uploads/2025/06/catching-up-or-falling-behind.pdf (erişim tarihi: 29 Haziran 2025).
Savran, Sungur. 2018. “Barbarlığın Geri Dönüşü: 21. Yüzyılda Faşizm-Tarihi Kökler: Klasik Faşizm”, Devrimci Marksizm, No: 34, s. 11–44.
Stanford University Human-Centered Artificial Intelligence. 2025. “The 2025 AI Index Report”. https://hai.stanford.edu/assets/files/hai_ai_index_report_2025.pdf (erişim tarihi: 6 Mayıs 2025).
Statista. 2024. “Electric Vehicles–Worldwide”, https://www.statista.com/outlook/mmo/electric-vehicles/worldwide (erişim tarihi: 24 Nisan 2024).
Taipei Representative Office in the EU and Belgium, 2024. “Economic Overview Taiwan 2023”, 26 Mart 2024. https://www.taiwanembassy.org/be_en/post/139.html (erişim tarihi: 20 Haziran 2025).
Trotsky, Leon. 1930. The History of Russian Revolution, Volume 1: The Overthrow of Tsarism, https://www.marxists.org/archive/trotsky/works/download/hrr-vol1.pdf (erişim tarihi: 5 Mart 2015).
Tsang, Steve ve Olivia Cheung. 2024. “Xi Jinping’s Approach to Acquire Strategic Technology from the West,” East Asia, Cilt: 41, s. 301–323.
Venditti, Bruno. 2025. “Ranked: Global Share of Manufacturing Value, by Country”, 2 Mayıs 2025. https://www.visualcapitalist.com/ranked-global-share-of-manufacturing-value-by-country/ (erişim tarihi: 6 Mayıs 2025).
Vine, David, Patterson Deppen ve Leah Bolger. 2021. “Drawdown: Improving U.S. and Global Security Through Military Base Closures Abroad”, Quincy Institute Briefs No. 16, 20 Eylül 2021. https://quincyinst.org/research/drawdown-improving-u-s-and-global-security-through-military-base-closures-abroad/# (erişim tarihi: 27 Haziran 2025).
Wallerstein, Immanuel. 1980. “One Man’s Meat: The Scottish Great Leap Forward”, Review, Cilt: 3, No: 4, s. 631-640.
Wang, Howard ve Nathan Beauchamp-Mustafaga. 2024. “Not Ready for a Fight: Chinese Military Insecurities for Overseas Bases in Wartime”, 7 Haziran 2024. https://www.rand.org/pubs/research_reports/RRA1800-2.html (erişim tarihi: 27 Haziran 2025).
Warshofsky, Fred. 1989. The Chip War: The Battle for the World of Tomorrow, New York: Scribner.
World Bank. “World Bank Open Data”, https://data.worldbank.org/ (erişim tarihi: 6 Mayıs 2025).
Xi, Jinping. 2025. “坚持和落实‘两个毫不动摇’” (İki İlkeyi Kararlılıkla Uygulamak), 15 Mart 2025. https://www.gov.cn/yaowen/liebiao/202503/content_7013697.htm (erişim tarihi: 17 Mayıs 2025).

OTURUM YÖNETİCİSİ- Benim okulumdan, emekliye ayrıldığım okulumdan, koridordan bir arkadaşım, asistan arkadaşım doçent oldu, profesörlüğün de eli kulağında. “Çin’in Sanayi Stratejisi: Gönüllü Bütünleşmeden Bütünleşmeyi Biçimlendirmeye” başlıklı sunumu yapmak üzere Kerem Gökten’i davet ediyorum. Buyur Kerem.
Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- Herkese merhaba.
Herkes popüler sohbetlerde Çin’den bahsediyor, ama neyle karşı karşıya olduğumuzu Burak hocayla bazı kesişmeler olmakla birlikte bir de ben göstermek istiyorum. Önce kendi seçtiğim makro temel göstergelere bakacağız; ondan sonra, Çin ne yapıyor, nasıl sanayileşmeye çalışıyor, onu anlamaya çalışacağız. Küresel ekonomide kendisine biçilen rolü 2008’e kadar kabullenmişti, ama 2008’den sonra başka bir şey yapmaya başladı. Bunu anlamaya çalışacağız.
Çin, yaklaşık 20 yıldır dünyanın ikinci büyük ekonomisi, 18 trilyon dolarlık bir milli geliri var. Bu, günümüz itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin 3’te 2’sine karşılık geliyor. Bu 3’te 2 ancak geçmişle kıyasladığımızda bir anlam ifade ediyor. 1980 yılında, yani tüm bu reform ve dışa açıklık meseleleri başlamadan önce Çin ekonomisi Amerikan ekonomisinin’i kadardı. 40 yıllık bir süre zarfında, Amerika’nın %›i kadar olan ekonomi onun 3’te 2’si haline geldi. Reform ve dışa açıklığa başladığında, dönemin 25 milyonluk Kanada’sından daha küçük bir ekonomiydi Çin. Bugün Çin, küresel gayri safi yurtiçi hâsılanın 5’te 1’ini üretiyor, yani ’lik bir pay söz konusu. 1978 yılında bu ’nin altındaydı. Tabii, burada hem Çin’in başarısını gözlemliyoruz hem de ne kadar yol alması gerektiğini görüyoruz aslında hep birlikte. 2015 dolar kuruyla 12 bin 175 dolarlık bir kişi başı geliri var. Yüksek orta gelirli, ama hâlâ yüksek gelirli bir ülke değil. İşte, bu orta gelir tuzağı tartışmalarını bu çerçevede okumak gerekiyor. 14 bin dolarlık yüksek gelirli ülkeler eşiğinin bir süredir altında ve oraya bir türlü tam sokulamadı.
Şunu söyleyebiliriz: Bu 12 bin 175 dolar, Çin’in yıllık’lik büyüme temposunu sürdürdüğünü varsaydığımızda, kişi başı gelir açısından Amerika’nın ¼’ü düzeyine 2040’ta gelecek. Yani bir kadar etkileyici bir performans var, bir yandan sınırlılıkları var. Nüfusun 85’inin kırda yaşadığı bir toplumdan buralara geldiler, ama hâlâ ABD’nin kişi başı gelirinin ¼’üne ulaşmaları için 15 yıl var önlerinde. Hegemonya tartışmalarını da biraz bu çerçevede okumak lazım. Mesela Amerika Birleşik Devletleri hegemon olduğunda, kişi başı gelirde İngiltere’yi 45 sene öncesinde yakalamıştı, 1900 yılında yakalamıştı kişi başı gelirde. Her şey yolunda giderse, Çin’in kişi başı gelirde Amerika Birleşik Devletleri’ni yakalaması 2060’lı yıllarda olacak deniliyor. Hatta son birkaç yılda şöyle de bir literatür oluşmaya başladı: Bu gidişle Çin, kişi başı gelirde Amerika’yı yakalayamayacak. Oysa düne kadar kabuldü bu. Çin, eninde sonunda Amerika’yı hem ekonomik büyüklük anlamında geçecek ve hem de hegemon olacaktı. 7-8 yıl öncesinde Çin’in Amerika’yı 2025 yılında geçeceğine dair değerlendirmeler okuyordum; ama anlaşılan aceleci değerlendirmelermiş. Kişi başı gelirde ise önünde bir 35 yıl var, 40 yıl var hatta bunun olamayacağına dair de tezler ileri sürülmeye başlandı.
Makro göstergeler ile devam edelim, enflasyon yüzde 0.2. Çin, bunu 2025 yılında %2’nin üstüne çekmeyi planlıyor. Yani dert var, dert var. Çin’in de “0.2’lik enflasyonu acaba %2’ye çeker miyiz?” diye bir gayret içinde, çünkü Japonyalaşma riskiyle karşı karşıya. Japonyalaşmaktan korkuyorlar. Çünkü Japonya 1990’lardan beri deflasyon problemi ile uğraşıyor. Deflasyon da çok tatsız bir şey ve enflasyonla kıyaslandığında içinden çıkmak daha zor esasen.
Gini katsayısına bakalım. Deng Xiaoping yani Mao sonrası önderliğin, “Bırakın, birileri daha önce zengin olsun” diye bir mottosu vardı. Evet, Çinliler de gerçekten ÇKP liderliğinde eşitlik kaygısını bir yana bıraktı ve birileri gerçekten çok hızlı zengin oldu, birileri gerçekten birilerinden önce zengin oldu. Öyle bir noktaya geldiler ki, Gini katsayısı 2010 yılında 44’tü. Bu berbat bir rakam, yani gelirin çok eşitsiz dağıtıldığı bir ekonomi görünümü. 10 yıllık gayretin ardından 5. kuşak liderlikle beraber Xiaoping liderliğiyle beraber bunu 35,7 gibi, gelişmekte olan ülkelerde makul kabul edebileceğimiz bir noktaya çektiler. 2021 yılı ÇKP’nin kuruluşunun 100. yılına karşılık gelir Çin, mutlak yoksulluğu sıfıra indirmiştir ki ilk 100 yıl hedefidir.1978’den 2021’e kadarki süreçte 800 milyon kişi mutlak yoksulluk koşullarından kurtarılmıştır. Ama tabii, burada Dünya Bankası’nın günlük ABD Doları cinsinden yoksulluk eşikleri farklı biçimde saptanıyor. Gelişmekte olan ülkeler için günlük 6 dolar 85 sent ölçütüne göre ise alınması gereken mesafeyi görüyoruz burada. Nüfusun neredeyse 1/5’i günde 6 dolar 85 sentten az kazanıyor. HDI diye gördüğünüz Birleşmiş Milletler’in hesapladığı İnsani Gelişmişlik İndeksi’nin kısaltmasıdır. Bu 0.78 neyi ifade eder? Şunu ifade ediyor: Dünyada şu an Çin 75. sırada. Dolayısıyla İnsani Gelişmişlik İndeksinde 75. sıradaysanız, hegemonya tartışmalarında bir soru işareti koymak gerekiyor belki de. Tabii, 2011 yılına kadar da Çin’in insani gelişmişliği dünya ortalamasının altındaydı; ama 2011 yılıyla birlikte dünya ortalamasını aşmayı başardılar, yaklaşık 15 yıldır dünya ortalamasının üzerinde bir insani gelişmişlik skoru var. Ama Amerika Birleşik Devletleri’ninkinin, küresel hegemonun 0.93 olduğunu hatırlatalım.
Çin’in 3 trilyon doların üstünde bir ihracatı var. En büyük ihracatçı, ikinci büyük ithalatçı. Güncel verileri ile 423 milyar dolarlık bir dış ticaret fazlası veriyor. Tabii, burada diyeceksiniz ki, ihracat ithalat farkı 600 milyar dolar. Burada hizmetler dengesi diye bir şey var ve bize şunu söylüyor: Mal ticaretinde 600 milyar dolar fazla veren bir ekonomi, ama hizmet ticaretinde 200 milyar dolarlık açık veren bir ekonomi. Dolayısıyla küresel ticaretin artık 3’te 1’inin hizmetler sektöründe yapılmaya başlandığını düşünürsek, bu alanda da Çin’in alacağı bir yol var. Hizmetler sektöründe ciddi bir açık veriyor. Ekranda FTRI olarak gördüğünüz şeyi, “Erken Sınır Teknoloji Hazırlık İndeksi” diye çevirebiliriz, belki biraz kulağı tırmalayan bir çeviri. Bu FTRI şunu temsil ediyor: Bir ülkenin fiziksel yatırım, insan sermayesi ve teknolojik çabayla ilgili teknolojik kapasitelerini içeriyor ve bu teknolojileri benimseme, kullanma konusunda ulusal kapasitesini gösteriyor. En yüksek değere sahip Amerika Birleşik Devletleri bu konuda 1’e yakın bir değer edinirken, Çin’in şu an sınır teknolojilerine hazırlık indeksinde 0.7 değerini aldığını görüyoruz. Dolayısıyla bu, bizim hangi teknolojilere hazır olduğumuzu söylüyor; yapay zekâ, nesnelerin interneti, blockchain gibi alanlar. Yeri gelmişken Türkiye’nin değerini de 0,6 olarak vermiş olalım.
İzleyen verimiz araştırma ve geliştirme yatırımlarının gayri safi yurtiçi hâsıla içindeki payı. Bu oran 2021 yılı itibarıyla %2,5. 1996 yılında 0,5’ti bu. Yani bugünün Çin’i 1996 yılıyla kıyaslandığında, araştırma ve geliştirme faaliyetlerine milli gelir içindeki payı açısından 5 misli kaynak ayırır durumda. Tabii, şunu söylememiz lazım: 2,5 hâlâ merkez kapitalist ülkelerin bir tık altında bırakıyor Çin’i. Almanya’da ve ABD’de bu oran 3.4, 3.3 şeklinde. Dolayısıyla Çin’in burada biraz daha –parti devletin de sanırım bu konuda bir kararlılığı var, öyle gözüküyor– yol alması lazım.
Yine teknoloji üzerinden devam edersek bir ekonominin teknik sofistikasyonunu gösteren ekonomik karmaşıklık indeksi diye bir şey var. Burada Çin, 2023’te 15. sırada. Tabii, 15 tek başına çok bir şey ifade etmiyor. Şununla birlikte anlamlandırabiliyoruz: 2000 yılında 31. sıradaydı, 2008 yılında ise 24. sıradaydı Çin. Dolayısıyla teknik sofistikasyon düzeyini de yükselten bir durumda.
Evet, burada büyüme oranlarını görüyoruz. Bu büyüme oranları Çin ekonomisinin 78 yılı reform ve dışa açıklıktan sonraki büyüme oranları, Dünya Bankası’ndan aldım. Burada %9 civarında bir ortalama büyüme hızı var. Kabaca 40 yıllık süre zarfında %9’luk bir ortalamayı tutturduğunu görüyoruz. Bazı yıllar çift haneli büyüyor ve o yılların sayısı hiç de az değil; ama 2010 yılından itibaren, yani 15 yıldır Çin çift haneli büyüme rakamlarıyla vedalaşmış durumda. Son yıllarda bu oranın daha da düştüğünü görüyoruz. Çin’in son 10 yıllık büyüme ortalaması 5,5. 2021 yılına kadar 6,5 hedefinde ısrar eden bir tutum vardı ÇKP liderliğinde; ancak, son birkaç yılda görüyoruz ki, artık onlar da yüzde 5’lik hedefleri başarılı görür durumda. Yani şu oldu: Bir ekonomi geliştikçe büyüme oranlarının düşmesi beklenir, bu zaten bilinen bir şey. Sermaye hasıla katsayısı, sermayenin getiri oranları gibi kavramlar var. Büyüme hızı düşecek, ama Çin’de sanki bu biraz fazla hızlı oldu. Yani Çin ekonomisi 2007-2008’lerde küresel finansal krize rağmen sarsılmadan, hatta küresel kapitalizmi de hayatta tutan bir performans sergilerken, önce 7’lere, sonra bir-iki yıl içinde 6’lara ve onun ardından da birkaç yıl içinde 5’lere düştü. Aradaki pandemi faktörünü bir kenara bırakırsak, sanki çift hanelerden 5’lere doğru biraz hızlı geldiler gibi geliyor bana.
Az önce sözünü ettiğim Ar-Ge’deki çarpıcı yükselişi ekrandaki zaman serisinde görüyoruz. Milli gelirden aldığı pay 96 yılında 0.5. Şu an bu 2,5 düzeyine gelmiş durumda ve sürekli artıyor. Bunu %3’ün üstüne çekmeyi hedefliyorlar.
Az önce bu şeklin benzerini Burak hoca koydu. Japonya ve Amerika arasında bir patent liderliği mücadelesi var. 60’lı, 70’li yıllarla birlikte o onu geçiyor, sonra o diğerini geçiyor. Ama âdeta üçüncü bir güç olarak, Japonya ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki patent mücadelesine son veren Çin’i görüyoruz. 2010’lu yıllarla birlikte en yüksek patent başvurusuna sahip ülke. Tabii, bu gerçekten ayrı bir oturum ve uzmanlık alanıdır. Başka açılardan patentlere baktığımızda, Çin’in bu başarımı gölgeleniyor; çünkü gerçekten patentlerde nitelik problemi var. Başka açılardan, kişi başına düşen patent açısından vesaire başka kriterler üzerinden patentlere eğildiğimizde –ama yineliyorum apayrı bir çalışma konusu bu– Güney Kore’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başka göstergelerde Çin’i keskin bir şekilde geride bırakmayı sürdürdüğünü görüyoruz.
Evet, bu grafiğe gelişmekte olan ülke olarak Türkiye’yi de koydum. Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin oranı %3’lerde ve yaklaşık 20 yıldır değişmemiş. Çin’de de yaklaşık 20 yıldır değişmemiş, %30 bandına oturmuş durumda. Yani aslında bizim kadar kişi başı gelire sahip bir ülke, bizden çok az üstteler. Bizim kadar kişi başı gelire sahip bir ülkeden söz ediyoruz, ama ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin oranı bizim 10 mislimiz kadar ve dikkat ederseniz 6-7 puanlık farkla Amerika’yı da geride bırakıyor. Tabii, burada şu tartışmalara giremeyeceğiz: Bir üründe Made in China yazması, o ürünün Çinli şirketler tarafından üretildiği anlamına gelmiyor. Rahatlıkla Amerikalı şirketler 30-35 yıldır Çin’de faaliyet yürütüyorlar, Batılı şirketler faaliyet yürütüyorlar ve dünyaya mal sattıkları zaman Made in China yazıyor, Çin’de üretiliyor; ama esasen bunun Çin sermayesi ve Çin beşeri sermayesi tarafından üretildiği anlamına gelmeyebiliyor her zaman.
Çin, 1978 yılı sonrasında reform ve dışa açıklık temposunu kendi belirlediği bir kararlılıkla hayata geçiriyor ve küresel kapitalizme eklemlenme stratejisini değiştiriyor. Başlıkta da “Gönüllü Bütünleşmeden Bütünleşmeyi Biçimlendirmeye” dedik. Yani Çin’e biçilen küresel işbölümündeki rol şuydu: “Gelişmiş kapitalist merkezler için üretim yap. Sana yatırım yapacağız, ucuz işgücünden yararlanacağız. Gelişmiş kapitalist pazarlar için üretim yap, bunu bana ihraç et.” Ama ÇKP liderliği şunu gördü: 2008’le birlikte kapitalist merkeze olan bağımlılık arttıkça, “Orada yaşanacak bir problemde –bu bir iktisadi problem olabilir, jeopolitik bir problem olabilir, devletlerarası hegemonik geçiş mücadeleleri olabilir– buralarda bir problem, tıkanma yaşandığı zaman biz ne yapacağız? Kapitalist merkezin pazarlarına gereğinden fazla bağımlı değil miyiz?” sorusunu sordular ve ekonomilerini yapılandırmaya çalışıyorlar. Yalnız, bu yapısal dönüşüm öyle akşamdan sabaha olmuyor, sancılı bir süreç ve sorunlarla ilerleyen bir süreç. Çin ekonomisi çok fazla yapısal sorun biriktirdi esasen. Bunlara şu an için giremeyeceğiz, ama burada Çin’in biriktirdiği yapısal sorunlar gerçekten ülkenin biraz önünü kesiyor. İç tüketimi güçlendirme yolundaki tüm çabalarına karşın, Hayri hocanın sabah verdiği habere karşın, Çinliler harcamıyorlar. 90’lı yıllar boyunca sosyalist bir devlette birçok şeyin piyasanın egemenliğine verildiğini gördük; eğitim, sağlık, sokak klinikleri. Bunların hepsi beraberinde şunu getiriyor: Özellikle 2021 ve 22’deki gayrimenkul problemleri de yaşanınca, ortalama bir Çinlinin refahının %30 civarında düştüğünü ileri süren çalışmalar var. O zaman yarınınızdan emin değilsiniz, bir 8-10 yıl öncesine göre refahınız da düşmüş ve insanlar eğitime para ayırıyorlar, sağlığa para ayırıyorlar ve bir türlü ÇKP liderliğinin iç tüketimi önceleyen çifte dolaşım ya da ikili dolaşım politikaları çerçevesinde yapılması gerekenler toplum nezdinde çok karşılık görmüyor, yani Çin toplumu tüketmiyor. İhtiyat güdüsüyle hareket ettiği için, “Batılı merkezlere olan bağımlılığını aşmak adına istikrarlı tüketim yapan bir orta sınıf yaratalım, bunun üzerinden ekonomiyi ilerletelim, tüketim artarken üretimde yapısal bir dönüşüm yaşayalım ve küresel değer zincirlerine üst basamaklardan katılalım” hedefi çetin bir hedef ve burada biraz zorlanıyorlar. Tabii, zorlanmalarının bir sebebi de var.
Bu, Global Trade Alert’ten aldığım bir grafik.
Küresel finansal krizden sonra, günümüze kadar gelen kısımda, ayrımcı muamelelerin liberalleştirici muamelelere göre çok daha fazla artığını görüyoruz. Arada ciddi bir makas açılmış durumda. Artık içine girdiğimiz Trump 2.0 dönemiyle birlikte ayrımcı müdahaleler liberalleştirici dış ticaret uygulamalarına kıyasla belirgin bir şekilde artmış durumda.
Oturumun başlığı sanayileşme. Sanayileşme politikasından ne anlayacağız? Aslında bu boş gösteren bir kavram. Dünyada 193 tane ülke var, hepsinin bir sanayileşme politikası var. Yani burada bir hükümet temsilcisi olsaydı, “Bir dakika! Türkiye’nin sanayileşme politikası yok mu zannediyorsunuz?” derdi. O zaman, bu kavramı gereğinden fazla geniş bir içerikle kullandığımızda problemler olabiliyor. O yüzden, sanayileşme politikası kavramını aslında dar anlamda kullanmak belki daha yerinde olur. Politika yapıcılarının ekonominin sektörel yapısını sanayi lehine dönüştürmeye yönelik –tabii, bu sanayiler de demode sanayiler değil– çağı yakalayan sanayiler doğrultusunda değiştirmelerine yönelik çabaları olarak biraz daha spesifik göndermeler ile kullanmak gerekiyor. Burada, üretimin sektörel yapısını daha yüksek oranda nasıl büyütürüz? Piyasa performansını nasıl aşarız? Her şeyi kendiliğindenliğe terk edersek gerçekleşecek büyümeyle biz müdahale ettiğimizde gerçekleşecek büyüme arasındaki farkın peşinde oluruz sanayileşme politikalarında. Burada 2005 yılına kadar gönüllü bütünleşme ve bir yanıyla aslında tedrici bütünleşme, piyasayla büyüme olduğunu görüyoruz ve dar anlamda kullandığımız sanayileşme politikasının izlerini pek görmüyoruz. Yani 1978-2005 arasında ekonomi çok hızlı büyüdü, atıl kapasitelerin serbest bırakılmasıyla oldu, atıl işgücünün serbest bırakılmasıyla oldu, 250-300 milyon kır kökenli işçinin kentlere yönelmesiyle oldu ve aslında piyasaya emanet bir performansla yaklaşık 30 yıllık güçlü bir büyüme gerçekleşti. Burada Çin’e özgü, hedefleri açık konulmuş bir sanayileşme politikasından söz etmek çok mümkün değil. 2006-2014 arasında sanayileşme hedefi 4. kuşak liderlikle geri gelir, ama asıl 5. kuşak liderlikle birlikte “Yenilik odaklı kalkınma stratejisi” resmi ismiyle gündeme geliyor. Az önce Burak hocanın ifade ettiği, benim artık üzerinde durmaya vaktimin kalmadığı Made in China meselesi bu.
Son birkaç dakika şunlardan bahsedeyim. En azından Burak hocadan burada farklılaşmış olacağım, çünkü gerçekten çok faydalı bir çerçeve çizdi bize. Burada küresel değer zincirlerini, küresel değer zinciri dediğimiz şu: Basit küresel değer zincirleri var, karmaşık küresel değer zincirleri var. Karmaşık küresel değer zincirlerinde Çin ekonomisi henüz Batılı merkez kadar güçlü bir şekilde yer alamıyor, basit küresel değer zincirlerinde bir etkinliği var. Karmaşık değer zincirlerinde ilerlemeye çalışıyorlar. Küresel değer zinciri denilen aslında parçalanmış mal ya da ürün içi ticaret dediğimiz olgu ile ilişkili bir kavram, yani bir ürünün nihai tüketiciye gelmeden önce en az bir farklı ülkede işlem görmesi ki, çoğu zaman da birden fazla ülkede işlem görmesi; yani daha önceki oturumda hocalarımızın ifade ettiği gibi, malın parçalanması söz konusu. Burada şuna dikkat edelim: Değer zincirlerine geriye dönük katılım oranları 2015 yılına kadar daha büyük. 2015’le birlikte şunu gözlemliyoruz: İleriye yönelik katılım oranları öne geçmiş durumda. Bunun 1’i geçmiş olması, bir ekonominin kalkınma açısından ve küresel değer zincirlerine üst basamaktan katılma açısından önemli bir eşik olduğu söyleniyor ve 2015 yılından itibaren ileriye dönük küresel değer zinciri bölü geriye dönük küresel değer zincirleri katsayısı 1’i geçmiş durumda şu an, alınacak yol olmasına rağmen 1’i geçmiş durumdalar.

Çin’in Küresel Değer Zincirlerine İleriye ve Geriye Dönük Katılım Oranları (%)

20002005201020152020
İleriye Dönük14,11516,717,518,1
Geriye Dönük16,823,519,215,415,8
Küresel Değer Zinciri Sınıflandırmasına Göre Ortalama İleri ve Geriye Dönük Katılım Düzeyleri

Burada yine şunu görüyoruz: Şu an Çin, gelişmiş imalat ve hizmetler aşamasından yenilikçi aktiviteler aşamasına geçmek üzere. Az önceki tabloyla birlikte okuduğunuzda, maviyle gösterdiğimiz ileriye dönük katılımın yükselişte, yeşille gösterdiğimiz geriye dönük küresel değer zincirinde katılım oranının inişte olduğunu görüyoruz. Bu, World Development Report’taki genel kuralı da, aslında sektörel uzmanlaşmayla küresel değer zincirleri arasındaki ilişkiyi gösteren bir eşiği de yakalamış durumda. Şu an Çin, bir dizi meydan okumaya rağmen yenilikçi aktiviteler üzerinden küresel değer zincirine katılma yolunda ilerliyor. Bu meydan okumanın iktisadi yanı var, teknolojik yanı var. Çin, acaba doğru teknolojileri seçti mi, kısa sürede demode olabilecek bazı sektörlere gereğinden fazla yatırım mı yaptı, Çin’in sanayileşme stratejisi “Beyaz fil yatırımları” dediğimiz bazı yatırımlarla mı sakat olacak, bunlar soru işaretleri. Batı’dan gelen meydan okuma kısmına şu an girmiyorum, özellikle Hayri hocam buna değindi.
Aslında tamamlayamadım kendi kafamda, ama umarım yararlı bulmuşsunuzdur. Çok teşekkürler. (Alkışlar)
OTURUM YÖNETİCİSİ- Hocam, ileriye dönük ve geriye dönük konusu kafamda tam netleşmedi. O nasıl bir şey, tanımı var mı?
Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- Hocam, burada mesele şu: İhracatta kullandığımız malın üretiminde ithal girdi oranına bakıyoruz bu bir. İkincisi, geriye dönük küresel değer zinciri şu: Biz başkalarının ara mallarını alıp nasıl nihai mal haline getiriyoruz? Çin, zaten uzun yıllar bunu yaptı; ara malları aldılar, nihai mal haline getirdiler. Bu backward/geriye dönük katılım. Forward, ileri doğru katılım ise, hangi ekonomilerin Çin’in ara mallarını alıp da mamul mal haline getireceği. Bu ikisini oranladığımızda 1’in üstüne çıktı.

OTURUM YÖNETİCİSİ – Teşekkür ederim.
Ceren Ergenç arkadaşımız, “Küresel Değer Zincirlerine Eklemlenmekte Ulusal Sanayi Politikalarının Rolü: Kuşak ve Yol Girişimi Örneği” başlıklı sunumunu yapacak. Buyurun.
Doç. Dr. CEREN ERGENÇ– Herkese merhaba.
Ben de Burak ve Kerem hocaların arkasından, onların anlattıklarına uyumlu bir şekilde başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Bu da yüksek teknolojili bu yeni sanayi döneminde, yeni ekonomi döneminde hegemonya mücadeleleri dedik. Bu toplantı içerisinde yerleşik ve yükselen güçlerin hareketlerine bakıldı diye tahmin ediyorum. Bu toplantının son konuşmasında, küresel Güney ya da küresel çoğunluk diyebileceğimiz üçüncü ülkeler bu yeni sanayi ekonomisine nasıl eklemleniyor ve bunun koşulları nedir diye bakmak istiyorum. Bununla ilgili kendi çalışmalarımdan yola çıkarak değişik ülkelerden örnekler vereceğim. Bunların arasında Türkiye de olacak. Bu anlamda, belki de bugünkü toplantının tam bir çizgi çizerek başına gelmiş olacağız. Çünkü ben dinleyemedim ama bildiğim kadarıyla ilk oturum Türkiye’yle ilgiliydi. Yine bir şekilde Türkiye’yi tartışarak bitirebiliriz belki.
Ticaret Savaşları mı Sanayileşme Savaşları mı?
Sermaye-güdümlü küreselleşme→ Sanayisizleşme, finansallaşma
→ Kapitalizmin yeni krizinden çıkış olarak dijital-yeşil dönüşüm
→ Yeniden sanayileşme Tedarik zincirlerinin coğrafi dağılımı
→ Katmadeğeri olan yatırım çekmede devletin rolü
→ Devlet-güdümlü küreselleşme

Yüksek teknoloji tedarik zincirlerine
kim, nasıl eklemlenecek?

Kısa bir başlangıç verecek olursam eğer, şu an içinden geçtiğimiz dönemi biliyoruz, Trump’ın gümrük vergileriyle, aslında ta Obama döneminden beri devam eden ticaret savaşları iyice alevlendi. Burada, “Trump yeni bir korumacı döneme mi giriyor, küreselleşmenin sonuna mı gelindi, özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün mü sonuna gelindi?” gibi sorular havada uçuşuyor. Küreselleşmenin sonuna gelmekten ziyade, ben bunu sermaye güdümlü küreselleşmenin yerini yavaşça devlet güdümlü bir küreselleşmeye bırakması olarak görüyorum. Nasıl oluyor bu süreç? Sermaye güdümlü küreselleşme sermayenin kâr amacını takip ettiği için, ilk önce gelişmiş ülkeleri sanayisizleştirdi, finansallaşmayı artırdı, daha sonra bu finansallaşmanın getirdiği art arda krizler sonucu bu kapitalizmin yeni krizinden çıkmış olarak dijital ve yeşil dönüşüm ortaya atıldı. Bu dijital ve yeşil dönüşümün şöyle bir özelliği var: Sadece kâr amacı güden bir sermayenin yatırım kararlarıyla değil, devlet desteğiyle ve planlı bir sanayiyle inovasyona odaklı, yüksek teknolojili pazarlara dönüşüm bu. Bunu en iyi yapabilen ülkelerden biri de Çin. Çin’in bu dijital yeşil pazarlardaki hâkimiyeti Batılı ülkeleri –öncelikli olarak ABD, ama Avrupa Birliği’nin de yaşadığı panik anlamında geride kalır yanı yok– bir yeniden sanayileşme hamlesine doğru itti. Bu anlamda da tedarik zincirlerinin ya da üretim ağlarının nerede olduğu, yani küresel değer zincirlerinde neyin nerede yapıldığı, nereye taşındığı, bağlantılılık anlamında önem kazandı. Buna “Tedarik zincirlerinin yeniden mekânsallaşması” da diyebiliriz. Bu yeniden mekânsallaşmada, coğrafyanın önemi ve devletin rolü arttı, katma değeri olan yatırım çekme konusunda sanayi politikalarının önemi arttı ve böylelikle devlet güdümlü küreselleşmeye girmiş olduk.
Burada, “Bu yüksek teknolojili tedarik zincirlerine kim, nasıl eklenecek?” sorusu, bu, dediğim gibi, sadece büyük güçler anlamında değil, bu tedarik zincirleri üzerinde yer alan orta ve küçük ölçekli ekonomiler için de önemli bir soru haline geldi. Buna genişçe bir yanıt verebilmemiz mümkün değil. Bunun bir haritalandırılmasının yapılması gerekiyor ve yapılıyor da. Ama benim bugün buna vereceğim yanıt, “Çin Kuşak ve Yol projesi yatırımlarını alan ülkeler arasında yüksek teknoloji yatırımlarını kim alıyor, kim alamıyor; yani kim Çin’in Kuşak ve Yol projesi kaynaklarından yararlanabiliyor, kim yararlanamıyor? Tedarik zincirlerinde daha üst aşamalara kim çıkabiliyor, nasıl çıkabiliyor, bunları etkileyen faktörler nedir?” diye bakmak istiyorum.
Kuşak ve Yol girişimine şöyle bakmak istiyorum. Dediğim gibi, Burak ve Kerem hocalar zaten kendi sanayileşme yaklaşımlarını anlattılar. Burak hoca, Kuşak ve Yol girişimini de anlattı. Yine oradan yola çıkarak, Kuşak ve Yol girişimini iki döneme bölebiliriz; ama bu iki dönemi bölerken, bir yandan da aslında çoklu pratiklerin de olduğunu kabul ederek bu dönemleştirmeyi yapıyorum. Yani ikinci döneme geçmiş olmamız, birinci dönemin tamamen bittiği ya da birinci dönemdeki pratiklerin tamamen bittiği anlamına gelmiyor.
Bu dönemler ne, ilk önce onları açıklayayım.

Kuşak ve Yol Girişiminin İki Dönemi ve Çoklu Pratikleri

İlk dönem, erken dönem Kuşak ve Yol birinci versiyonu, borç tuzağı eleştirileri alan büyük altyapı projeleri: Örneklere bakacak olursak, Sri Lanka’daki liman yatırımı toplumsal muhalefeti karşısına aldı, bununla ilgili sokak gösterileri yapıldı ya da Etiyopya’daki Addis Ababa-Cibuti Demiryolu da aynı şekilde, tamamen Çinli KİT’lerin nakit fazlasını çekmek için yatırımın yapıldığı ülkeye katma değer katmayan, altyapısını yüksek teknolojilere uyumlu hale getirmeyen, eğitimli işgücü sağlamayan, hatta istihdam dahi sağlamayan projeler olarak görüldü. Kuşak ve Yol girişiminin ilk etaptaki yatırımlarının çoğu bu şekildeydi ki, bugün de aslında hâlâ bu yatırımlar devam ediyor. Ama Kuşak ve Yol girişiminin kendi içerisinde bir özeleştirisi yapılıp, sadece kâr etmekte zorlanan KİT’lerin; özellikle ulusal değil yerel düzeydeki, yani şehirlerdeki KİT’lerin canını kurtarmak, iflas etmelerini engellemek için bir yol olmaktan çıkarıp Çin’in dijital ve yeşil piyasalardaki üstünlüğüne yardımcı olacak bir modele geçilmesi görece yeni ikinci dönemiyle oldu.
Bu ikinci dönemde, “Küçük ve güzel projeler” denilen, Çin içerisinde de KİT’ler kadar KOBİ’leri de Kuşak ve Yol girişiminin içine katan, böylece Çin içerisinde de kârlılığı artıran; ama özellikle bu yatırımı alan ülkeler anlamında onları tedarik zincirleri içerisinde yükselten, örneğin sadece kendi yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullandırtan ülkeler olmaktan çıkarıp yüksek teknoloji piyasalarında eğitimli işgücünün arttığı, Çin tarafından eğitilmiş işgücünün arttığı, istihdamın arttığı, yani topluma getirisi olan projelere yöneldi Çin. Bunlar içerisinde de dijital ve yeşil piyasalara hâkim olma isteği yattığı için ve ayrıca karşı taraftaki Kuşak ve Yol ülkeleri açısından da bu piyasalarda yatırım çekmek katma değeri daha fazla olduğu için, örneğin akıllı şehir projeleri görüyoruz ya da güneş, rüzgâr, yeşil hidrojen gibi yenilenebilir enerji projelerini bu küçük ve güzel teknolojilerde görüyoruz. Bu ikisi arasında ayrıca finansman anlamında da farklar var.
Borç tuzağı denilen erken dönem projeler daha çok Çinli KİT’lerin kendileri tarafından ya da Çinli bankalar tarafından, kredi kurumları tarafından fonlanırken, küçük ve güzel projeler yerel kredi kurumları tarafından, yerel kalkınma bankaları tarafından, bazen yerel hükümetler tarafından ve gerçekten efektif ve sonuç alınabilecek, eleştiri getirilme ihtimali ya da batma ihtimali daha küçük olan projeler oldukları için uluslararası STK’ler tarafından dahi finansal olarak desteklenen projeler haline geldiler.
Peki bu Kuşak ve Yol ülkeleri içerisinde hangi ülkenin ya da bölgenin, ülkeler içerisindeki bölgelerin eski tür inşaat projelerini alacağını ya da enerji yatırımı alacaksa kahverengi enerji dediğimiz eski tür fosil yakıtlara odaklı enerji yatırımları alacağını, hangilerinin küçük ve güzel teknoloji yatırımları alacağını, yani dijital ve yeşil yatırımlardan nasipleneceğini ve ayrıca bilgi ve teknoloji transferi yapacağına kim, nasıl karar veriyor? Bunun yanıtı olarak, kalkınma modellerini destekleyen ittifaklara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Buna hem Çin tarafında hem yatırımı alan ülke tarafında bakmak lazım.

Kalkınma Modellerini Destekleyen İttifaklar

Kısaca söyleyecek olursam, Kuşak ve Yol ülkeleri içerisinde bu yatırımı çeken ülkelerin eğer güçlü sanayi politikaları varsa ve bürokrasi içerisinde bu sanayi politikalarını destekleyen sermaye grupları, toplumsal gruplar varsa, bu yeşil ve dijital sanayi ağırlıklı yatırımları çekebiliyorlar ya da örneğin –biraz sonra Huawei örneğinden bahsedeceğim– aynı şirketin benzer yatırımlarında istihdama daha fazla katkı sağlayacak ve bilgi ve teknoloji aktarımını yapacak, know-how aktarımını yapacak anlaşmaları Çin’le daha eşit bir düzlemde imzalayabiliyorlar.
Bunun içerisinde iki önemli faktör var diye düşünüyorum; biri iktisat politikaları dış politika ilişkisi. Özellikle Çin örneğinde çok görülüyor bu. Çin’deki yerel KİT’lerle ulusal düzeydeki KİT’ler arasında genelde amaç, niyet, çıkar farkları var. Ulusal KİT’ler merkezi devletin sanayileşme politikaları, örneğin Made in China 2025 gibi politikalara daha uyumlu şirket politikaları izleyebilirken, yerel KİT’lerin derdi genelde hayatta kalmak, iflas etmemek ya da kendi yerellerindeki istihdama destek verebilmek, yerel yönetimlerle arayı bozmamak gibi daha parokyal niyetleri, amaçları olabiliyor ya da yerel KİT’lerle KOBİ’ler arasında bu tip çatışmalar yaşanabiliyor. KOBİ’ler genelde yüksek teknolojili sanayileşme çok sermaye isteyen, sermaye ve yüksek bilgili çalışan grubu isteyen işler olduğu için ve buna KOBİ’lerin gücü yetmediği için, onlar genelde ihracat temelli ya da emek yoğun kalkınma modellerini desteklemeyi tercih edebiliyorlar. Örneğin Çin’in kendi içerisinde yeşil dönüşüme en fazla karşı çıkanlar KOBİ’ler, çünkü yeşil dönüşüm hâlâ teknolojinin yeni olması sebebiyle daha pahalı ve KOBİ’lerin karşılayamayacağı bir teknoloji. Çin’in kendi içerisindeki bu gibi çekişmeler Kuşak ve Yol içerisinde kimin, nereye, nasıl yatırım yapacağını şekillendiren faktörler oluyor.
Bir diğer faktör toplumsal aktörlerin rolü. Burada da Kuşak ve Yol ülkeleri açısından örnekler vermek istiyorum. Avrupa’daki sendikalar bir örnek. Dijitalleşme geleneksel manuel işgücünü korumasız bıraktığı için, en açık şekilde işinden ettiği için, dijitalleşme seviyesi yüksek Çin yatırımlarına karşı çıkıyorlar. Örneğin Çin’in Avrupa’da liman satın almasına ve işletmesine en çok liman işçileri sendikaları karşı çıkıyor ya da çevre örgütleri bir yerde Kuşak ve Yol ülkeleri içerisinde geleneksel çevre dostu olmayan kahverengi enerji yatırımlarını engelleyebiliyorlar. Örneğin Türkiye’de Çin’in Adana Hunutlu’da yaptığı termik santral yatırımı çok gereksiz, hem 10 sene içerisinde atıl olacak hem de çevreye zarar veren bir santral; ama maalesef, çevre örgütlerinin çabaları bu yatırımı durdurmaya yetmedi. Bunun da nedeni, Türkiye’de devlet-sermaye ilişkileri içerisinde oradaki ortak yerel sermayenin hükümetle yakın ilişkiler içerisinde olması ve çevre örgütlerinin sesinin duyulmasının engellenmesiydi. Ama örneğin Sırbistan’a baktığımız zaman, çevre örgütlerinin çevreye zararlı madencilik yatırımlarını, hem Avrupa yatırımlarını hem Çin yatırımlarını durdurmayı başardığını görüyoruz. Benzer bir şekilde, Afrika’da uluslararası STK’ler böyle sermayeleri, yatırımları yönlendirici roller izleyebiliyorlar.
Bu ittifaklar üzerinden bakacak olursak, iki sektörden örnek vermek istiyorum. Biri telekomünikasyon, bir de güneş enerjisinden örnek vereceğim. Güneş enerjisi özellikle şu anlamda ilginç olacak: Biraz önce bahsettiğim Kuşak ve Yol’un ilk dönemi ve ikinci dönemi arasındaki farkı da gösteren ilginç bir örnek olacak. Ama ilk önce telekomünikasyondan bahsedeyim. Telekomünikasyon örnek vakasının bizim panelimizle şöyle bir ilgisi de var: Benim meslektaşım Derya Göçer’le beraber yaptığımız alan çalışmasına dayanan, mülakatlara dayanan bu çalışmamız Burak hocanın derlediği bir özel sayıda yayımlanacak.

Sektörel Örnek Vaka: Telekomünikasyon

Tablonun içerisinde çok yazı var. Sizi yormayayım, şöyle kısaca özetleyeyim.
Türkiye ve Mısır, Huawei yatırımlarında deyim yerindeyse kısa çubuğu çeken ülkeler. Huawei, Türkiye ve Mısır’ı sadece bir pazar olarak görüyor. Örneğin Türkiye’de ar-ge merkezi var, ama ar-ge merkezine ileri teknoloji bilgilerini vermiyor. Aynı şekilde, mühendis istihdamı yapıyor; ama bu mühendislere eğitim vermediği için ve en yeni teknolojileri ekspoze etmediği için, bu mühendisler kendi iş piyasalarının gerisinde kaldıkları için, çok kısa sürede, Huawei’de kariyer yapmadan ayrılıyorlar ve dolayısıyla Huawei’in Türkiye’deki telekomünikasyon ya da dijital sanayi gelişimine aslında hemen hemen hiçbir katkısı yok. Huawei sadece telekomünikasyon alanında değil, yeşil enerji alanında da var. Yeşil enerji alanı biraz daha farklı. Oradaki kalkınma koalisyonları, ittifakları telekomünikasyondan biraz daha farklı olduğu için oradaki durum biraz daha farklı; ama telekomünikasyon alanında bir bilgi ve teknoloji transferi yaşanmıyor Türkiye’de, çok benzer bir şekilde Mısır’da da. Mısır’da, altyapısı Türkiye’den daha geride olduğu için, Huawei’in altyapı yatırımları orada bir fark yaratmış; ama yine bilgi transferi, bilgi ve eğitimli işgücü yaratımı anlamında hiç etkili değil. Ama Güneydoğu Asya’da Endonezya ve Malezya’ya baktığımız zaman, bu iki ülkenin Huawei ile oldukça eşit düzeyde bir pazarlık yapabildiğini, yatırım için pazarlık yapabildiğini ve bu pazarlıktan çok kârlı çıktıklarını görüyoruz. Aslında Endonezya ve Malezya, özellikle Türkiye ile kıyaslayınca daha gelişmiş ülkeler değiller; ama Türkiye’den ve Mısır’dan farkları, çok odaklı sanayi politikaları olması. Endonezya’nın sanayi politikalarının hedefi, yüksek teknoloji tedarik zincirlerinde olabildiğince üst düzeylerde yer almak. Malezya’nın sanayi politikasının hedefi, eğitimli işgücünün istihdamını artırmak. İkisi de bu yönde, kendi hedefleri doğrultusunda bir pazarlık yapıyorlar ve ne istediklerini bildikleri için onu da alıyorlar. Endonezya örneğin altyapı desteğini alıyor, Malezya da üniversite işbirlikleri ve hatta akademisyen ve bürokratlara yönelik eğitim programlarıyla yine kendi sanayi politikasına dair Huawei’den istediğini alıyor, yani sadece Huawei için bir pazar olmaktan çıkıyor.
Dediğim gibi, bizim bu araştırmada vardığımız sonuç, bu iki grup ülke arasındaki fark; sanayi politikalarının olması, bu sanayi politikalarının geniş kalkınma koalisyonu ittifakları tarafından destekleniyor olması ve bu güçten gelerek, ülkenin genel kalkınmışlık seviyesinden bağımsız olarak Çin’le, Çinli şirketlerle daha iyi pazarlık konumuna erişmiş olmaları.
Bir diğer örnek vaka olarak güneş enerjisini vermek istiyorum.

Sektörel Örnek Vaka: Güneş Enerjisi

Burada Arjantin ve Kenya bence birbirine karşıt güzel iki örnek oluşturuyor. Kenya, biraz önce bahsettiğim 1. kuşak, sadece Çin tarafının işine yarayan, karşıdaki yatırım alan ülkenin çok da işine yaramayan bir pazarlık süreci sonucunda sadece Kenya’nın hızlı elektrifikasyon ihtiyacını gideren; ama vasıflı yerel işgücüne, istihdama hiçbir şekilde katkıda bulunmayan; Çinlilerin tasarım, inşaat ve bakımının tamamının sorumluluğunu aldığı, yerellerle hemen hemen hiçbir ilişkilerinin olmadığı, paraşütle inen bir Kuşak ve Yol projesi olduğunu görüyoruz. Bu arada, ikisi de 2019 yılında. Yani biraz önce bahsettiğim, birinci dönem, ikinci dönem, üçüncü dönem dediğimiz aslında aynı anda da var olabiliyor. Gene bunun nedeni de hükümetin sermaye desteğiyle ya da toplumsal destekle bu Çinli şirketlerle, KİT’ler, bu durumda bunlar KİT’ler Huawei’in özel şirketi var, ama yerel KİT’ler, pazarlık gücünün sanayi politikalarına bağlı olmasıyla açıklıyorum bunu.
Arjantin örneğine baktığımız zamansa tam tersi, küçük ve güzel dediğimiz, zaten finansmanı da %20 yerel ortaklıkla yapılan ve dolayısıyla yerel yönetimlerin –burada pazarlığı yapan Arjantin ulusal devleti değil, Katahara’daki yerel yönetim– mühendis ve teknisyenlerinin eğitimi, teknoloji paylaşımı ve yerel işgücünün istihdamı konusunda sıkı bir pazarlık yaptığı ve yerel ekonomiye ve topluma katma değeri olan bir güneş enerjisi parkından bahsediyoruz.
Burada şöyle bir noktaya daha dikkat çekeyim: Sektörel farklılıklar gerçekten önemli, bu yüzden iki ayrı sektörden örnek vermek istedim. Öyle bir ulusal sanayi politikası dediğimiz zaman, bütün sektörlerde aynı güçte ve aynı detayda bir sanayileşme sağlanabilecek çok büyük sanayi politikaları değil; daha sektörel ya da bölgesel, yani ülke içerisindeki bölgelerden bahsediyorum, belki duruma göre şehirlerden. Oranın kendi gücüne, ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş sanayi politikaları gerçekten sonucu değiştiriyor. Örneğin bir önceki sektörel örnek vakada Endonezya’nın sanayi politikası sayesinde çok iyi bir pazarlık yaptığından bahsetmiştim. Burada bir üçüncü örnek olarak aslında Endonezya’yı koyabiliriz. Endonezya, yenilenebilir enerji konusunda Arjantin kadar iyi bir pazarlık yapamıyor ve Çin’in bu pazardan çıkması konuşuluyor bugün. Yani sektörel farklılıklar da var.
Sonuca geldiğimiz noktada iki noktayı tekrarlamak istiyorum.
Sonuç: Sanayi Politikaları

  • Sanayi politikası niye diğer faktörlerden daha önemli?
    Yeni sanayileşme hamlesi ve bu sanayileşmenin inovasyon ağırlıklı olması, devlet desteği ve yönlendirmesi gerektirmesi.
  • Sanayi politikalarının yapımında rol oynayan aktörler ve faktörler:
    Bürokrasi–hükümet ilişkisi: Bürokratik çatlaklar.
    Devlet–sermaye ilişkisi: Yandaş ağlar, kalkınma ittifakları.
    Toplumsal aktörler: Yerel yönetimler, sektörel kurumlar.
    Bir, sanayi politikası niye diğer faktörlerden daha önemli? Çünkü şu anki bu yeşil ve dijital sanayileşme inovasyon ağırlıklı ve bu yüzden, sadece sermayenin kâr amaçlı yatırım kararlarına bırakılamıyor, yönetim desteği ve yönlendirmesi gerekiyor.
    Bu sanayi politikalarının yapımında rol oynayan faktörler bürokrasi-hükümet ilişkisi. Örneğin Türkiye’ye baktığımızda, siyasi enformalite dediğimiz bakanlık bürokrasileri ve Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi arasındaki iletişim kopukluğunun ve karar alma mekanizmalarının transparan, şeffaf olmamasının bir aktör olduğu sonucuna vardık. Aynı şekilde, devlet-sermaye ilişkilerinde yandaş ağların sanayileşme ya da istihdam hedefli kalkınma modellerini destekleme konusunda önemi oluyor ve dediğim gibi, toplumsal aktörler, yerel yönetimler ya da sektörel kurumlar –ki, bugünkü toplantı için de bizim için önemli olan bir şey– bir fark yaratabiliyorlar.
    Burada durayım. Bz çalışmalarımızda telekomünikasyon dışında, yeşil ve geleneksel enerjilere, ulaşım ve limanlara da baktık. Eğer bu konuda soru gelirse, diğer sektörlerle de ilgili bilgi verebilirim. Teşekkürler.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Ceren hocaya teşekkür ederiz.
    Süreyi birazcık aştık, ama normal. Sunucuların insicamını bozmamak lazım. Bu süre meselesi biraz sakat; ama çoğunluğu kaybettik, yani forum ortamı yok şu an. Sorulara cevaplar şeklinde bir şey yapalım. Zamanımız da çok sınırlı. Forum gibi düşünmeyelim, çünkü forumda bağımsız değerlendirmeler olabilir. Ama zaman sınırımız var, çoğunluğu da kaybettik. Bizim forumlar tıklım tıklım olur. Sanayi Kongresi’nde yaptık, harikaydı, hakikaten çok değerli katkılar oldu. “Şunu biraz açar mısın?” şeklinde soruları alalım. Buyurun.
    SELÇUK SOYLU- İki hocamın da çalışmalarında aynı grafik vardı. Patent grafiğinden bahsediyorum. Ne görünüyordu? 2005’den itibaren patent sayıları artıyor. Şu illiyet bağını ikiniz de kurmadınız ya da sunum yaparken kurmadınız: Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesiyle bu patent sayılarının alâkası olabilir mi? Şunun için söylüyorum: “Daha önce de patente konu olan geliştirmeler yapıyor olabilirlerdi ya da başkalarının fikri mülkiyet haklarını ihlal ederek ürün ve teknoloji geliştirme yapıyorlardı, ama Dünya Ticaret Örgütü’ne dâhil olmadıkları için bu fikri mülkiyet hikâyesini çok fazla önemsemiyorlardı” gibi bir izlenimim var benim. “Dünya Ticaret Örgütü’ne girdik madem, dolayısıyla bunların kurallarını kabul ettik, dolayısıyla fikri mülkiyet haklarını kabul ettik, dolayısıyla bu patent işine ağırlık verelim” gibi bir durum olabilir mi?
    Bir de Türkiye’ye ilişkin bir gözlem. Türkiye’de Patent Enstitüsü 90’ların ikinci yarısında kuruldu. Eski bir çalışma, bir arkadaşın çalışması, 2000-2010 arasında Türkiye’de en fazla patent başvurusu ve patentlenmiş ürün ne, biliyor musunuz; soba, yani ev tipi türlü çeşitli sobalar ve en çok da Kayseri. Sobaya ihtiyaç duyulmayan bir teknolojik ortama girilirken, en çok patent aldığımız konu da sobaydı.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Evet, buyurun.
    Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- Ben bir sanayi politikası çizelgesi, daha doğrusu dönemselleştirmesi yaptığımda, bu patent sayısının artışına belki uygulamalı çalışmayla bakmak lazım, Çin’in DTÖ’ye üye olmasının ardından patent sayıları neden arttı, değişkenler üzerinden bakmak lazım belki ama ben, Dünya Ticaret Örgütü’nün 94’teki çıkışından sonra, zirve yapmasından sonra, son 15-20 yılda kurumsal anlamda ciddi varoluş sorunları yaşadığını görüyorum. Bu çerçevede, “2005 yılı sonrasında fikri mülkiyet hakları üzerinden, TRIMS,TRIPS Anlaşması üzerinden Çin’i ne kadar sıkıştırdılar, Çin’e ne kadar yaptırım uygulandı?” diye soracak olursanız, öyle çok anlamlı, Çin’i teknoloji casusluğu yapmaktan alıkoyacak, “Madem bu kuruma adım attık, bunun normlarına göre hareket edelim, sonra soruşturma ve yaptırım yeriz” gibi Çin’i caydıracak sertlikte kararlar aldığına tanıklık etmedim. Dolayısıyla bu patent sayısı artışını esasen 2006 yılı 4. kuşak liderlikle başlayan ve Xi dönemiyle 5. kuşak liderlikle hızlanan inovasyon stratejisine bağlıyorum esasen; yani bir kuruma uygun ya da o kurumun normlarına uygun davranma olasılığı, Çin’i sıkıştıracak öyle net bir DTÖ soruşturması performansı anımsamıyorum. Yani mutlaka etkisi olmuştur, birinci cevap bu. Çünkü sonuç itibarıyla dünya ekonomisiyle daha fazla entegre oluyorsunuz ve bunun bir şeyi var. Yani rekabet basıncını daha fazla hissettiği için, tabii ki patent meselesi daha fazla gündeme gelmiştir. 2006’daki bu yerli inovasyon programıyla. Birebir en çok belirleyen faktör müdür, onu ampirik bir araştırma olmadan bilemeyiz.
    Doç. Dr. BURAK GÜREL- Kerem hocanın dediği gibi, ona ayrı bakmak lazım. Daha istatistiki bir şey, ama diyalektik bir bağ var aralarında.
    Şu eklere koyduğum bir şeyi göstereceğim. O, bence biraz daha durumu netleştirebilir; Amerikan mahkemelerinde Çinli şirketler aleyhine açılan fikri mülkiyet davaları. Bakın, Çin geliyor, burada artık 2010’dan itibaren astronomik bir artış var. Bu da aslında Çin’in teknoloji alanında giderek daha aktif olması, giderek biraz daha zorlamasıyla ilgili bir şey. O firmaları Amerikan mahkemeleri daha fazla şey yapıyorlar. Aralık 2001’le bunun arasında epey bir zaman var, 10 yıllık bir şey var. Kısacası, mutlaka Dünya Ticaret Örgütü’ne katılım etkilemiştir ama bence ana dinamik, bu patent meselesini çok belirleyen şey Çin’in teknolojik modernizasyon alanında attığı adımlar.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Bir de etkinliğini de yitirdi Dünya Ticaret Örgütü. Mesela tarifeyi yükseltti, tolere edilebilir düzeylerin üstünde birden 3 katı ya da 2 katı yükseltti. Heyeti lağvetmişler. Dolayısıyla fiilen bitti, Dünya Ticaret Örgütü’nün etkinliği…
    Doç. Dr. KEREM ÖKTEN- 2000-2010 arasında IMF’nin başına ne geldiyse…
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Aynen öyle.
    Doç. Dr. BURAK GÜREL- Dünya Ticaret Örgütü de 2014’ten sonra özellikle aynı varoluşsal kriz içinde.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Başka soru soracak olan var mı? Buyurun Başkanım.
    EZGİ KILIÇ- Öncelikle konuşmaları için çok teşekkür ederim. Gerçekten uzun saatler ama hiç dikkatimizi kesmeden dinlediğimiz güzel oturumlar oldu.
    Ben Kerem hocaya bir şeyler soracağım. Sizin sunumunuzda vardı, Çin’de ar-genin büyümesinin 5 kat arttığı, %2,5 seviyelerine geldiği. Bir diğer şey de ilk çıkışında aslında sermayenin asıl sahiplerinin büyümesini öngören; ama daha sonra da küçük ve orta işletmelerin, KOBİ’lerin, biraz daha orta sınıfın büyümesini öngören birtakım sanayi politikaları sonucunda oluştuğunu görüyoruz. Hiçbir şekilde, doğalında tamamen sanayinin kendisine bırakılacak şekilde yapılan şeyler değil. Bunun alt kırılımında neler yaptılar, sanayi politikalarının içerisinde belki bir-iki tane şu dokunuşlar aslında küçük ve orta sınıfın yatırımları ya da büyümesi; yatırımın ar-geye, teknolojiye yoğunlaşması adına yapılan şeyleri biraz merak ediyorum.
    Buradan da bizim ülkemize gelirsek –bütün konuşmalarda geçti– yatırımların çoğu savunma sanayisine, diğer taraftan hizmet sektörüne; turizm, konut yapımı, yol yapımı vesaire. Bu açıdan baktığımızda da ülkemizde yaklaşık 50-60 bin civarında bir girişimci var. Bunların bir kısmı bizim de meslektaşlarımız. Belki onlara da bir yol göstermek açısından, bir yandan ülkenin sanayi politikalarının kamusal bir bakış açısıyla geliştirilmesi gerektiğini öngören, bunu söyleyen bir yerden yaparak; ama diğer taraftan da yapabileceğimiz bir şey var mıdır, bu olaya genel bakış açınız nedir, onu merak ettim.
    Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- Çin’in sanayileşme politikalarında biraz daha detay vereyim memnuniyetle. Konuşmada fırsatım olmamıştı.
    Bir kere, 2006-2015 ve 2015 sonrasından bahsetmiştim. Orada bir yapısal farklılık var. 2006 ve 2015 arasında Stratejik Gelişen Endüstriler diye bir program başlattılar. 2015’te de Made in China ilan edildi. İkisi arasında şöyle bir yapısal farklılık var: 2006-2015 arasındaki dönüşüm, aslında bizim klasik yakalama stratejisi dediğimiz bir stratejiydi. Yani bazı endüstriler var, karşılaştırmalı üstünlük yapısı buralarda yerleşmiş durumda; ama Çin, geriden gelen bir ülke olarak yerleşik güçleri ne kadar yakalayabilir? Yani burada, Stratejik Gelişen Endüstriler Programında esasen geleneksel bir yakalama stratejisi vardı. Ama şunu gördüler: Çin’in bu iktisadi yapısını dönüştürme gayreti konjonktürel bir şeyle çakıştı, 4. Sanayi Devrimi. Yani ÇKP liderliği 2010 itibarıyla şunu gördü: “Biz iktisadi yapımızı dönüştürmeye çalışıyoruz; daha yenilikçi, daha nitelikli büyümeye dayalı.” O yüzden diyorlar ki, “Eskisi gibi %10 büyümeyelim, biz büyümede niteliğe önem veriyoruz.” Çin’in daha nitelikli büyüme ve birikim modelini değiştirme arayışıyla 4. Sanayi Devrimi arasında konjonktürel bir çakışma oldu. Bu sefer şunu yaptılar ve 10 yıldır da onu yapmaktalar: “Karşılaştırmalı üstünlük yapısının henüz yerleşmediği bazı endüstriler var; robotik, yeşil teknolojiler, yeşil dönüşüm, biyoteknoloji. Bu alanlarda henüz karşılaştırmalı üstünlük yapısı gelişmediği için, oturmadığı için, kapitalist merkezi yakalama çabaları süre dursun ama burada daha yerleşmemiş, oturma sürecinde olan bir teknolojik mücadele var. Bu bizim için çok büyük bir fırsat penceresi. “Biz bırakalım o klasik yakalama stratejilerini, robotik, yapay zeka vesaire gibi Made in China’daki 10 stratejik sektör üzerinden –onları tek tek sıralamaya vaktim kalmadı–ilerleyelim.” Dolayısıyla 2006-2015 arasında böyle önemli bir farklılık var.
    Onun dışında, ülkemiz ne yapabilir?
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Ayrı bir seminer konusu.
    Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- Ayrı bir seminer… Çin’in 2005 yılındaki oranı neyse, biz, o oranlardayız ve bunun da mükafatını(!) alıyoruz zaten. Yüksek teknolojili ürünlerin ihracat içindeki payı 3’lerde geziyor. Türkiye’nin bu imkânları var, ama bu bir bakış açısı; yani ar-geye yüklenmek gerekiyor, ama bazı riskleri almak lazım. Çünkü bazı ar-ge çalışmaları da beraberinde bir şey getirmiyor, yanlış teknolojiler seçebiliyoruz, getiri oranı düşük teknolojiler seçebiliyoruz ama bu, 70’lerdeki kalkınma stratejilerinde de vardı, hangi sektörü önceleyeceğiniz bir riskti. Yani burada kalkınmanın geri çağrılması, gerçekten bir Kalkınma Bakanlığı, gerçekten bir Kalkınma Stratejisiyle, özel ekipler ile birlikte Türkiye’nin 10 yıl içinde önce %2’li oranları, 15-20 yıl içinde de %3’lü oranları yakalayabileceğine inanıyorum. Ama tabii, burada da bugünün yenilikçi endüstrilerinin sıradanlaştığı bir döneme geleceğiz.
    Hocam, anlatırız ya Posner ve Vernon teorileri; yani robotik endüstrilerde 2030’lu yıllarda ciddi bir ar-ge yapsak bile o dönemde bunun bir esprisi de kalmayabilir. Çin bunu yakalamışa benziyor.
    Teşekkür ediyorum.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Ceren hoca bir cevap verecek.
    Doç. Dr. CEREN ERGENÇ- Çin’in politika yapım süreçlerinin en büyük özelliği, sürekli bir deneme-yanılma ve düzeltme döngüsü içerisinde olmaları. Bir yöntem deniyorlar, eğer işe yararsa devam ediyorlar, işe yaramazsa başka bir şeyi deniyorlar. Bu, sanayileşmede inovasyonu desteklemek ve yerel KİT’leri, yerel KOBİ’leri destelemek için son zamanlarda yaptıkları bir şey. İlk başta, “Tamamen âdemi merkeziyetçi bir şekilde yerel yönetimler dış yatırımı çeksinler ve sanayileşme âdemi merkeziyetçi bir şekilde yaşansın” denildi, onun o şeklide başarılı olmayacağı anlaşılınca onun tamamen ekstremine gittiler ve tamamen merkezi hükümetin, Pekin’in elinde en makro düzeyde sanayi politikaları yapmaya başladılar; ama ülke çok büyük ve kendi içerisinde bölgesel farklılıklar barındırdığı için, bunun da makul olmadığı ve yerel farklılıkları içerecek sanayi politikaları yapmak gerektiği anlaşılınca, bir üçüncü yol olarak bizdeki OSB’lere benzeyen sanayi parkları kuruldu. Bu sanayi parkları yerel yönetimlerin eline verildi ve bütçe merkezden gelmek suretiyle yerel yönetimler bu bütçeyi yereldeki KİT’lere, KOBİ’lere ve oraya yatırım yapmaya gönüllü olan yabancı sermayeye teşvik olarak dağıttılar ki, benim de sunumumda bahsettiğim inovasyon gerektiren çok odaklı teknolojiler olan bu yeni teknolojilerde bir atılım sağlanabilsin.
    Bu noktada, Yuen Ang’ın “Ziyan ederek inovasyon yapma” dediği bir kavram var; Çin’de buna çok başvuruldu. Yani merkezi hükümet yerel yönetimlere, onlar da bu endüstri parklarındaki KOBİ’lere çok da kimin ne olduğuna, ne kadar inovasyon yapabilme kapasitesine sahip olduğuna bakmadan –üniversitelerdeki araştırma merkezleri, ar-ge merkezleri de bunun içerisine girebilir– çok büyük bir bütçe aktarımı yaptılar. Bunun %90’ı belki ziyan oldu; ama “%10’un içerisinden bir şirket çıkarsa ve o şirket ilk önce ulusal düzeye yükselip oradan da uluslararası düzeye yükselirse tamamdır” diye bakıyorlardı. Ama bunun çok uzun süren bir süreç olduğunu ve özellikle ABD’nin ticaret savaşları başladıktan sonra böyle ziyan ederek yavaş yavaş inovasyon yapamayacaklarına karar verdikleri noktada da daha odaklı, şu son zamanlarda yaptıkları şeyi –daha odaklı bir inovasyon fonlama yöntemi– bunda özellikle dijital alanda büyük KİT’lerin, hatta geleneksel KOBİ’lerin bile değil; küçük startupların en iyi inovasyonu yapabildiklerini fark ettikleri için, şu an teşvikler çok büyük oranda startuplara gidiyor. Startupların bulunabilmesi için de inkübasyon merkezlerine yatırım yapılıyor. Yani şimdi yerel yönetimler bugün geldiğimiz noktada sadece ar-ge merkezleri değil, inkübasyon merkezleri de kurmaya başladılar.
    Yine benzer bir şekilde, bu çok odaklı, inovasyon odaklı küçük şirketleri geliştirmek için yerel yönetimlerin yaptığı bir diğer şey de endüstri parklarının yanına ar-ge parkları kurup özellikle yabancı sermayeye ya da orta ve büyük ölçekteki sermayeye endüstri parklarında yer açmak için, ar-ge parkında da bir ar-ge merkezi kurma zorunluluğu getirdiler. Yani şimdi, küçük ar-ge merkezleri ve inkübasyon merkezleriyle startupları desteklemek gibi bir yöntem deniyorlar. Çok somut bir örnek olarak bunu vermek istedim.
    Teşekkürler.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Biz teşekkür ediyoruz.
    Şube Başkanımız sordu ya, “Türkiye ne yapmalı, ne etmeli?” diye Cuce Dengi’in büyük başarı olunca onun döneminde, büyüme, sanayileşme, “Planlamayla mı yaptınız, piyasaya mı bıraktınız bu işi, nasıl becerdiniz?” deyince, “Kedi fareyi tutuktan sonra, siyah mıydı, sarı mıydı diye soruyor musunuz? Önemli olan, biz sanayiyi kurduk. Oraya takmayın kafanızı” diyor. Herkesin kendi yolunu bulması lazım. Bu kalkınma planı meselesini yeniden çağıracağız hocam, başka bir şansımız yok.
    Buyurun.
    SALONDAN- İki hocamıza da teşekkür ediyoruz sunumları için. Konuşmalarında bu ticaret savaşlarından bahsettiler. Trump göreve geldikten sonra gümrük vergisini artırdı, Çin ona cevap verdi, Trump tekrar artırdı. Benim burada iki sorum var. Birincisi, bir Amerikan başkanı böyle kafasına göre her an vergiyi artırma konusunda yetkili mi, yani bir yerlerden yetki alabiliyor mu?
    İkinci sorum da, bu iki ülke de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye. Dünya Ticaret Örgütü’nün bu gibi konularda herhangi bir müdahalesi olamıyor mu?
    Teşekkür ederim.
    Doç. Dr. BURAK GÜREL- ABD’de başkanların çok büyük yetkileri var ve National Emergency dedikleri ulusal acil durum, olağanüstü durum gibi şeyleri gerekçe göstererek pek çok şeyi Temsilciler Meclisi, Senatoyu falan bypass ederek yapabiliyor. Daha sonra bazı şeyler mahkemelerde falan anlaşmazlık konusu olabilir, ama durum böyle. Bu arada, unutmayalım, ABD’de, “Özellikle de Çin’in yükselişine karşı ne gerekiyorsa yapılsın” politikası Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin her ikisinin de üzerinde ortaklaştığı politika. Trump şimdi şey diyor mesela, “Ben Çip Yasasını beğenmiyorum, kaldıracağım onu.” Kaldırsa bile, iyi veya kötü, ona benzer bir şey yapacak. Çünkü aslında Çip Yasasını Biden 2022’de çıkardı; ama 2019’da Huawei’ye çip ambargosunu Trump başlatmıştı zaten, onu unutmayalım. Yani yetkileri var, bunları yapıyorlar. Bu tip konularda, başka konularda, evet, mahkemeler, başka mekanizmalar devreye girebilir; ama dediğim gibi, burada bir konsensüs olduğu için, sadece derecesiyle ilgili bir anlaşmazlık olduğu için, oralarda çok büyük bir sorun olacağını düşünmüyorum.
    Dünya Ticaret Örgütü meselesinde, az önce konuştuk, özellikle dünya ekonomisinin bizim büyük depresyon dediğimiz ciddi bir krizden geçtiği bir dönemde bu tip kurumların artık şeyi kalmıyor; devletlerin, sermayelerin, ulusal sermayelerin kendi aralarındaki rekabet işe rengini veriyor. Birleşmiş Milletler nasıl artık pek çok konuda sembolik bir şeyse, işe yaramıyorsa, DTÖ de biraz öyle bir şey. DTÖ ne zaman öne çıktı? Amerikan hegemonyası sarsılmaz gibi göründü, dünya ekonomisi çok iyi işliyor falan gibi, 90’lar, 2000’lerde DTÖ meselesi çok tartışılıyordu ki, önemliydi o zaman. Şimdi daha az önemli gibi düşünmek lazım.
    Doç. Dr. KEREM GÖKTEN- DTÖ’yle ilgili sanırım az önce kısmi bir yanıt verdik. DTÖ kurumsal bir varoluş problemi yaşıyor. Çin sürekli göreve çağırıyor, 7 yıldır DTÖ’yi “Trump birinci dönemde adil ticaret koşullarını ihlal ediyor. DTÖ’ye sürekli soruşturma aç, takibat yap.” Ama dünya Ticaret Örgütü’nün bunu yapacak çok fazla bir kurumsal mekanizması yok. Her ne kadar IMF ve Dünya Bankası gibi ABD baskınlığında bir örgüt gibi gözükmese de şu an paralize olmuş durumda.
    Evet, başkanların kararname yazarak ülke siyasetine yön verme yetkisi var. Burada belki ek olarak şunu söyleyebilirim kısaca: Kararnamelerin önemli bir kısmı sanırım kasım ayında Harris’e karşı zafer kazanıldığında yazılmıştı ve o kadar seri ve etkili bir şekilde kararnameler devreye girdi ki. Burada mesele şu: Bunun zamanlaması ya da dozu önemli. Bir de Trump aslında bir sermaye fraksiyonunu temsil ediyor. Bu sermaye fraksiyonunun içinde farklı amaçlar, çıkar çatışmaları var ama kendisini destekleyen sermaye fraksiyonları esas itibarıyla korumacı bir Amerika istiyor. Çünkü şunu deniyor: “Geçmişte korumacılık politikaları yükselen bir gücü önlemeye yetmedi, bundan sonra da yetmez.” Ama ABD yönetimi kendine güveniyor. “Geçmişte bunun böyle olmaması bizim şimdiki deneyimimizin de işe yaramayacağı anlamına gelmez, biz deneyelim” diyorlar ve bunu deniyorlar şu an. Gerçekten bu bir devlet politikası, bizim günlük sohbetlerimizdeki klasik ifadesiyle gerçekten bir devlet politikası; çünkü asıl ticaret savaşlarını sofistike hale getiren Biden oldu. Trump, bu işe 2018’de çelik ve alüminyumla başladı aslında. Düşük katma değerli, klasik, geleneksel sanayi hammaddeleriyle başlamıştı Trump; ama bunu sofistike düzeye taşıyan, nitelikli çip üretiminde Çin’in fazla pay almamasını hedefleyen, gerektiğinde Tayvan ve Güney Kore’yle de paslaşarak Çin’i yüksek nitelikli çip üretiminden dışlayan politikaları başlatan aslında Biden’dı. Şimdi Trump’a geldi sıra, oradan devam ediyor.
    Doç. Dr. BURAK GÜREL- Bir şey ekleyebilir miyim? Trump döneminde, dünyanın her yerinde olduğu gibi sürekli bir şeyler değişiyor ya, kararlar da değişiyor filan, şimdi tekrar alevlenen ticaret savaşında, bu ay içinde olan gelişmelerde şöyle bir önemli istisna, nüans var. Bir sürü kalemde bugün Trump, dünyanın geri kalanına %10 + %10, %20 ek gümrük vergisi koydu. Karşılıklı misillemelerle Çin’e yaptığı şey %245’e vardı. Ama bir konuda istisna yaptı, çok önemli bir kalemde istisna yaptı, teknoloji ürünleri. Bir anda paniklediler, çünkü Apple orada üretiyor. Muhtemelen Apple ve benzerleri çok ciddi bir lobi faaliyeti yaptı. “Bunu hemen bu kadar hızlı yapamazsınız” dediler ve aklınıza gelebilecek pek çok elektronik kaleminde %20’de bıraktı, %245 değil. Ama işin Çin tarafı da var. Çin de %125 yaptı ve “Bu Amerika için yeter. Zaten %125 yapınca, “Artık bu saatten sonra Trump isterse %500 yapsın. Amerika zaten Çin’e bir şey satamıyor %125 biz yaptığımızda. Duracağız” dediler. Ama Çin de bir istisna yaptı; ihtiyaç duydukları birtakım çiplerde %125 değil, eski vergi geçerli olacak belirli bir süre. Yani benzer şeyler. Bu neyi gösteriyor bu? Önemli bir mesafe almasına rağmen Çin’in hâlâ o teknolojik kendine yeterlilik meselesinden hâlâ uzak olduğunu gösteriyor. Çip Yasası çerçevesinde hâlâ ona satışına izin verilen birtakım çipler varsa, Çin onları mümkün olduğunca ucuza almak istiyor. Öbür tarafta, dediğim gibi, nihai teknoloji ürünlerinde en azından birkaç ay, belki daha uzun bir süre, böyle bir istisna tanıdı. Bu, karşılıklı kırılganlıkları da gösteren bir şey. Ama bu, olayı önemsizleştirmiyor. Yani ne kadar istisna olursa olsun, çok ciddi bir eşik aşıldı.
    OTURUM YÖNETİCİSİ- Teşekkürler. Hocalarımıza teşekkür ediyoruz.
    SUNUCU- Oturum moderatörlüğü için Prof. Dr. Aziz Konukman’a, sunumları için Doç. Dr. Burak Gürel’e, Doç. Dr. Kerem Gökten’e ve Doç. Dr. Ceren Ergenç’e teşekkür ederiz.

SANAYİ KONGRESİ’NE GİDERKEN DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ POLİTİKALARI AÇILIŞ KONFERANSI: TRUMP VE 21. YÜZYILIN EMPERYALİZMİ

SUNUCU- Sayın katılımcılar; etkinliğimizin Açılış Konferansı için, “Trump ve 21. Yüzyılın Emperyalizmi” başlıklı sunumunu gerçekleştirmek üzere Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nu davet ediyorum. (Alkışlar)Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Öncelikle şunu söyleyeyim: Ezgi ve Yunus arkadaşlarımızın konuşmasının tamamını, Emin arkadaşımızın konuşmasının da bir kısmını kaçırdığım için özür dilerim.Hayatımda bir ilk yaşanıyor. O açıdan, TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nı kutluyorum. […]

Emperyalizm Üzerine Bir Söyleşi*

Emperyalizm Üzerine Bir Söyleşi* Prof. Dr. Korkut BORATAV Bu yıl TMMOB Sanayi Kongresi 2025 için seçilen ana temanın [Emperyalizmin Yeni Biçimleri ve Sanayileşme Stratejileri] çok yerinde olduğunu, güncel, hatta hayati olduğunu düşünüyorum. Gerekçelerini, nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.Sevgili arkadaşlar; emperyalizm TMMOB Sanayi Kongreleri’nde ana tema olarak değilse bile, arka planda daima yer adlı. Bildirilerde de emperyalizmin […]

EDİTÖRDEN…

Sanayi ve Toplum bültenimizin onuncu ve on birinci sayısına ulaşmanın gururunu yaşıyoruz. Bültenimizde sanayileşme, ekonomi politik ve toplumsal dönüşüm üzerine derinlikli ve eleştirel içerikler üretmeyi sürdürüyoruz.Bu sayıda, TMMOB Sanayi Kongresi 2025 hazırlıkları kapsamında düzenlenen Sanayi Kongresine Giderken/Dünyada ve Türkiye’de Sanayi Politikaları etkinliğinde yapılan sunumların yanı sıra, özgün makaleler ve çevirilerle zengin bir içerik sizleri bekliyor.Dünya, […]

Nicelikten Niteliğe*

Siz Cedric Durand, Jodi Dean, Mariana Mazzucato ve diğerleri gibi büyük teknoloji firmalarının algoritmalar eliyle sonsuz bir değer kaynağı gibi işlev gören veri imparatorlukları kuran kapitalizmin sınırlarını aştığını iddia eden çeşitli yazarlardan birisiniz. 2023 tarihli Teknofeodalizm kitabınızda, erken modernizm döneminde üretimin baskın dinamiği olarak üretken sermayenin toprağın yerini alması gibi erken 21. Yüzyılda da üretken […]

Künye
TMMOB
Makina Mühendisleri Odası
Bülteni ekidir.
Üç Ayda bir elektronik ortamda yayınlanır.
YAYIN TARİHİ
Kasım 2024
Cilt: 65 Sayı: 778
MMO ADINA SAHİBİ
Yunus Yener
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yunus Yener
YÖNETİM YERİ
Meşrutiyet Cad. No: 19/6 06650 Kızılay Ankara
Tel: +90 312 425 21 41
Fax: +90 312 417 86 21
E-posta: mmo@mmo.org.tr
Web: www.mmo.org.tr
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO
TMMOB