SUNUCU- Sayın katılımcılar; etkinliğimizin Açılış Konferansı için, “Trump ve 21. Yüzyılın Emperyalizmi” başlıklı sunumunu gerçekleştirmek üzere Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nu davet ediyorum. (Alkışlar)
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Öncelikle şunu söyleyeyim: Ezgi ve Yunus arkadaşlarımızın konuşmasının tamamını, Emin arkadaşımızın konuşmasının da bir kısmını kaçırdığım için özür dilerim.
Hayatımda bir ilk yaşanıyor. O açıdan, TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nı kutluyorum. Çünkü Türkiye’de alışılagelmiş standart, ilan edilen programa göre konuşmalar geç başlar. 11.30 olarak ilan edilen konuşmaya 11.20’de başlamış oluyorum. O açıdan da kendi açımdan bir ilk yaşanıyor. Sizler tanık oldunuz mu, bilmiyorum.
Bana oldukça geniş bir konuşma süresi ayrılmış. Emin’in söylediği gibi, halkın sahici temsilcilerinin “Turbunan, şalgamınan ülke yönetilmez” gibi sözlerinin özdeyiş olduğu bir ortamda ben dünyadan, dış güçlerden, Trump’tan bahsedeceğim. Kusura bakmayın.
Ben genellikle 10 maddede veya 10 soruda toplamaya çalışıyorum konuşmalarımı. Böylelikle benim açımdan da sunuş kolay oluyor, sizler açısından da izlemek biraz daha kolaylaşabiliyor. Ama bu sorular birbiriyle çok iç içe geçmiş durumda. O açıdan, tam sırayla gidebilir miyim, bilmiyorum. Süre oldukça uzun. O açıdan, bir saatte bitirmeyi; geri kalan sürede de sizin sorularınız, yorumlarınız, katkılarınızla sürdürmeyi düşünüyorum.
Benim açımdan şöyle bir zorluk –böyle bir sunuşu yapabilecek herkes açısından geçerlidir o– var: Bir maçı değerlendirmemiz isteniyor, ama maç devam ediyor. Siz yorum yaparken penaltı veriliyor, sonra penaltı iptal ediliyor, ondan sonra penaltıyı kazanan taraf gol yiyor. Özellikle Trump gibi şahsiyetlerin olduğu noktada sürekli tablo değişiyor. Sizler de gelişmeleri izliyorsunuzdur, dün Trump, “Çin büyük devlet görüşüyoruz zaten Çin’le” diyor, Çin Devleti ise “Hiç böyle bir görüşme yoktur” diye açıklama yapıyor. Böyle kaygan bir ortamda analiz yapmak haliyle zorlaşıyor.
Son zamanlarda şu değerlendirmeyi yapıyorum: 1950’lerden itibaren Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’yi küçük Amerika yapma özlemi vardı ve yıllarca bunun gerçekleşemediği söylendi; ama bugün öyle bir durum ortaya çıktı ki, Amerika büyük Türkiye olmak yolunda. Yani Türkiye’de neyi görüyorsak, ülkeyi yönetenlerin siyasi çizgilerini bir yana bırakıyorum, yalan söylemekten hiç çekinmemeleri, dün söylediklerini bugün inkar etmeleri, bütün kurumsal yapıları çökertmekten geri durmamaları, ülkenin en önde gelen üniversiteleri, Türkiye’de Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ gibi okullarla uğraşıyorsa, aynı şekilde, Amerika’nın Harvard, Columbia gibi en seçkin üniversiteleriyle uğraşmaları, neredeyse Türkiye’ye öykünen bir Amerika görüntüsü ortay çıkmaya başladı.
Bu girişi yaptıktan sonra birinci sorudan yavaş yavaş başlayalım.
Nasıl bir dünyaya doğru gidiyoruz?
En temel hatlarıyla çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Kabataslak sizler de biliyorsunuzdur, iki kutuplu bir dünyadan söz ederdik. İki kutuplu dünya derken, bir kutbunda Amerika’nın başını çektiği Atlantik blokunun olduğu, diğer kutbunda da Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist blokun bulunduğu bir kurgudan. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldıktan, 91 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra tek kutuplu bir dünyaya geçtiğimiz söyleniyordu. Bunun teorisi de şöyle yapılıyordu: “Uluslararası liberal bir düzen kuruldu. Bu liberal düzenin istikrarlı bir şekilde devam edebilmesi için, bunun başını çeken bir lider hegemon ülke lazım. Buna da en uygun ülke Amerika. Onun için, Amerika’nın liderliğini kabul edelim. Genel olarak piyasacı temelli bir dünya olsun. Bunun da şartlarını yaratmak üzere, gerektiğinde askeri müdahaleleri de yapabilecek bir gücü meşru kabul edelim.”
Aslında bizim yıllardır konuştuğumuz, TMMOB’nin toplantılarında da yoğun olarak eleştirilen kurgunun üç temel ayağı vardı; bir tanesi neoliberalizm, bir tanesi kapitalist küreselleşme, öbürü de finansallaşmaydı.
Bunları zaten biliyoruz, ama kısaca hatırlarsak, neoliberalizm derken, bütün önceliklerin sermaye lehine yapıldığı, emeğin üretimden aldığı payın geriletildiği, büyük ölçüde ekonominin işlemesinde kamu müdahalesinin azaldığı, piyasa süreçlerinin işlediği, özelleştirme yoluyla kamu işletmelerinin bir kâr alanı haline getirildiği; deregülasyon, düzensizleştirme dediğimiz anlayışla da eğitim, sağlık, sosyal güvenlik benzeri kamu hizmetleri dâhil olmak üzere bütün toplumsal hizmetlerin piyasa süreçlerine terk edildiği; dış ticaretin liberalleşmesi, uluslararası sermaye akışlarının serbestleştirilmesi yoluyla da sermayenin dünyanın istediği yerine kâr amaçları uğruna gidebildiği bir anlayış.
Kapitalist küreselleşme derken, tek tek ülkeler bazında gelişen, bunun ilk örneğinin Pinochet döneminde, Allende’nin devrilmesinden sonra Şili olduğunu, Şili’nin bir laboratuar oluşturduğunu, sonra Margaret Thatcher döneminde İngiltere’de Ronald Reagan’la birlikte Amerika’da bunun temellerinin atıldığını, Türkiye benzeri ülkelerde –Türkiye’de de 1983’le birlikte Özal, daha evvel 80-83 darbe döneminde yine Özal Başbakan Yardımcısı olarak ekonominin başında– dünyanın değişik ülkelerinde bu neoliberalizm uygulanmaya başlandı. Kapitalist küreselleşme derken, bu anlayışın dünyanın her yerine yayılması ki, bunun en önemli iki ayağı, birincisi Sovyetler Birliği, sosyalist blokun dağılması, daha sonraki aşamada da Çin’in uluslararası ekonominin kurallarını kabul ederek 2002 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak katılması. Genel olarak böyle bir dönemden bahsediyorduk. Bunun da bir numaralı savunuculuğunu Amerika yapıyordu. Amerika, 1945 sonrası dünyanın en önde gelen ekonomisi ki, o dönem aşağı yukarı dünya ekonomisinde imalat sanayisinin yarısını, dünya ekonomisinin toplam hâsılasının %40’ını Amerika oluşturuyordu, en büyük askeri güce Amerika sahipti ve bu uluslararası liberal ekonomik düzenin de kurumsal yapıları Amerika öncülüğünde IMF, Dünya Bankası, o zaman GATT denilen Genel Tarifeler Anlaşması, sonra 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüştü. Amerikan doları dünyanın bir numaralı rezerv parasıydı ve Amerika da bunun güvencesini “Her 35 dolar getirene 1 ons altın veririm” diye sağlıyordu. Yani kabaca 1971 yılına kadar böyle gitti. 1971 yılında Amerika, Richard Nixon’ın Başkan olduğu süreçte altın bağlantısını kaldırdı ve Bretton Woods sistemi çökmüş oldu; ama bu dalgalı kur dönemini başlattı, döviz işlemlerini yaygınlaştırdı, döviz üzerinde spekülasyon yapılmasını getirdi. Aslında Amerikan dolarının daha fazla alınmasına, daha fazla tutulmasına; rezerv para niteliğini kaybetmesine değil, perçinlemesine yol açtı.
O dönemde %10 gümrük vergileri konulmuştu. Yani Bretton Woods sisteminin çöktüğünün açıklandığı 1971 Ağustosunda, aynı Trump dönemine benzer, gümrük vergileri de konulmuştu. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi, Amerika’nın o dönemde Vietnam Savaşı’nı kaybetmekte oluşu –daha sonra 73’te bitti– savaş harcamalarından bütçe açıklarının artması, Amerika’da enflasyonun yükselmesi ve bu sürecin devam edemeyeceğinin anlaşılmasıydı.
Bu düzen kabataslak 1990-2000’lere kadar gitti ama şöyle bir gelişme yaşandı: Konumuzla da en ilgili kısmı, dünyanın imalat sanayisinin ağırlığı Doğu’ya kaymaya başladı. Çin, yanılmıyorsam 2010’da, küresel finansal kriz sonrası imalat sanayiinde dünyanın bir numaralı gücü haline geldi. Diğer Asya ülkeleri, önce Japonya, sonra Güney Kore, daha sonra onları izleyen Tayland, Malezya, Singapur, Hong Kong, Endonezya gibi ülkeler imalat sanayiinde özellikle ucuz işgüçleri nedeniyle daha fazla pay almaya başladılar ve göreceli olarak G7 ülkelerinin, Amerika’nın başını çektiği Atlantik bloku ülkelerinin ekonomideki ağırlığı azalmaya başladı; yani Amerika, ekonomik gücünü bir ölçüde kaybetmeye yüz tuttu.
Aslında burada şöyle ilginç bir nokta var. Mesela 1990 yılında G7 ülkelerinin dünya ekonomisindeki ağırlığı %50 iken %40’a kadar düşüyor, ama bunlar içerisinde göreceli olarak en az zarar gören Amerika. 1980’lerin sonu, 90’ların başında kabataslak Atlantik blokunu oluşturan ülkelerin gelirleri birbirlerine yakınken, Amerika diğerlerine fark atıyor; Kanada ve Avrupa Birliği ülkelerinden kişi başına geliri %40 daha fazla, Japonya’dan %60 daha fazla. Ama Amerika göreceli olarak kendisini eski konumunda hissetmiyor ve bu uluslararası liberal düzenin devamı konusunda, bunun güvencesi olma konusunda tereddütler oluşuyor. İmalat sanayiinin Doğu’ya kaydığını söylemiştim. Burada Amerika her ne kadar dünyanın bir numaralı ekonomisi olmayı sürdürüyorsa da, mavi yakalı, Amerika’da imalat sanayiinde çalışan, “Amerikan rüyası” denilen, yani bu istihdamın sonunda kendi evini alabilen, kendi arabası olan, çocuklarını bir şekilde orada kolej denilen üniversiteye yollayabilen insanların ya gelirleri göreceli olarak düşüyor, bu rüyayı gerçekleştirememeye başlıyorlar veya daha sonraki kuşaklar, imalat sanayiinde aynı kuruluşlarda çalışanlar bu rüyanın uzağına düşüyorlar, imalat sanayiindeki istihdam daralıyor ve bunun sonunda buna tepki duyan ciddi bir kitle oluşuyor. Bunlar hem bu küreselleşme sürecinin aleyhlerine çalıştığını düşünüyorlar hem de Amerika’ya gelen göçmen işçiler, Latinler, Asyalıların kendi işlerini çaldığına inanıyorlar ve bunun sonunda bu tepkileri değişik kanallar buluyor. İzlemişizdir, 2010’lu yıllarda, Amerika’da “Çay Partisi” diye aşırı sağcı bir eylem oldu. Ondan sonra bu sönümleniyor Cumhuriyetçi Parti içerisinde, bunların temsilcisi olarak 2016 yılında Trump Başkan adayı oluyor ve seçiliyor. Devamını biliyoruz. 2020’de seçimi kaybediyor, kongreye baskın düzenliyor; yani liberal demokrasi iddiasındaki bir ülke içerisinde darbe girişiminde bulunuyor. Bunların daha detaylarına girebiliriz ama genel olarak ekonomideki bu süreç, Amerika’nın imalat sanayiindeki kan kaybı devam ediyor ve 2024 seçimlerinde tekrar Trump’ı görüyoruz Trump 2.0 dönemiyle birlikte. Tabii, Trump’ın yeni ittifakları da değişiyor. Birazdan başka bir soruda geleceğiz. Bu sürecin ittifak blokunun sadece bu mavi yakalı imalat sanayiindeki konumunu yitirenlerdenoluştuğunu söyleyemeyiz.
Ara bir dönem olarak Joe Biden döneminden de çok kısaca söz etmek gerekiyor. Çünkü Joe Biden’ın genel anlayışı, bu uluslararası liberal düzeni tekrar ihya etmek, kurumsal yapıları düzenlemek. Bunun dünya siyasetine yansıması şöyle oluyor: “Biz insan haklarının, demokrasinin, özgürlüklerin temsilcisiyiz ve bunu dünyanın değişik coğrafyalarına taşımak gibi bir sorumluluğumuz da var.” Böyle olunca, ülkelerin içişlerine müdahale etmenin, gerekirse darbeler yapmanın, dengeleri değiştirmek için askeri üsler açmanın, hepsinin gerekçesini bu oluşturuyor. “İnsan hakları, demokrasi, özgürlükler, girişim özgürlüğü, bunların dünyadaki güvencesi biziz” gibi bir anlayışı temsil ediyor. Biden döneminde bunu ihya etmeye çalışıyorlar ama ülke içerisinde de dengenin büyük ölçüde emek aleyhine, sermaye lehine bozulduğunu ve kamunun ekonomiye müdahale olanaklarının daraldığını da bir şekilde görüyorlar. Mesela Biden, sendikalaşmayı desteklediğini söylüyor, bazı teşvikleri kurumunda sendikayla toplu sözleşme yapanlara vereceğini söylüyor, bir şekilde emek kesimine de belli çiçekler atıyor ve tekrar Amerika’da ve dünyada sanayi politikaları konuşulmaya başlanıyor. Enflasyonu Azaltma Yasası, Yongalar, Çip Yasası, Altyapı Yatırımları Yasası ve benzeri yatırımlarla kamu, aslında sonunda sanayi politikaları derken, kamunun özel sektörü teşvik etmesi, ancak bunun ortalama insan hayatına yansımaması olgusu yaşanıyor. Bu dönemde genel standartlarıyla bakılırsa, Amerikan ekonomisi çok kötü bir performans göstermemekle birlikte, COVID krizi sonrası enflasyon artışı, özellikle Amerika’da da ortalama insanın hayatını çok fazla etkileyen temel gıda maddeleri, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının manşet enflasyondan daha fazla artması sonucu Demokrat Parti’nin prestiji azalıyor, bildiğiniz gelişmeler yaşanıyor, Biden’ın bu süreci götüremeyeceği düşünülüyor, Kamala Harris alternatif olarak çıkıyor; ama Trump bir kez daha çok daha güçlü bir şekilde geliyor. Bu dönemde de Trump daha bu gümrük tarifeleriyle ilgili adımları atmadan önce de artık genel olarak kapitalist dünyanın güvencesini sağlayamayacağını, Avrupa Birliği’nin savunma güvenliğinden sorumlu olmayacağını ilan ediyor. Bir anlamda bu tek kutuplu dünyada Amerika’nın liderliğinden vazgeçtiğini, diğer ülkelerin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini söylüyor; yani yıllardır analizlerimizde temel aldığımız Atlantik bloku çatırdamış oluyor.
Bu arada da BRICS gibi alternatif oluşumlar ortaya çıkıyor. Evet, BRICS’in kendisi, Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan, Güney Afrika, yeni katılan ülkeler, bunlar ekonomileri farklı, kültürleri farklı, kendi aralarında tarihsel sorunlar olan, ekonomik rekabet olan ülkeler; yani Avrupa Birliği gibi, Atlantik bloku gibi tutarlı bir blok oluşturmaları mümkün değil; ama dünyanın güç dengeleri değişiyor, yeni dengeler oluşuyor. Amerika’nın en sadık müttefiki diye gördüğü bazı ülkeler, mesela Suudi Arabistan’la İran arasındaki gerginliği Çin ortadan kaldırıyor, Suudi Arabistan’la Rusya ve Çin arasında anlaşmalar yapılıyor; yani artık Amerika’yı dünyanın merkezi kabul eden, ona itaat eden anlayış dağılıyor ve şu anda da gördüğümüz çok kutuplu bir dünya kurgusuna doğru gidiyoruz. Ama Amerika hâlâ küresel finansı elinde tutan, dünyanın bir numaralı askeri gücü olmaya devam eden, teknolojide Çin’le birlikte rekabet etmesine karşın birçok alanda teknolojinin öncüsü bir ülke olarak belli alanlarda konumunu ve ağırlığını devam ettiriyor.
İkinci olarak “Emperyalizm çağı geride mi kalıyor?” diye bir soru soralım.
Öncelikle şunu hatırlatalım: Sosyalist, Marksist anlayış içerisinde üç tane temel emperyalizm teorisi vardır; süper emperyalizm, hiper emperyalizm, bir de klasik emperyalizm.
Süper emperyalizm derken, bir emperyalist gücün bütün diğer güçlerin önüne geçmesi, dünyaya egemenliğini kabul ettirmesi, kuralları kendisinin koyması… Evet, zaman zaman Amerika bu role aday görüldüyse de biraz evvelki konuşmalarımdan da sonuç çıkarabileceğimiz gibi, dünyada bu konumda bir ülke yok. Onun için bugün süper emperyalizmden bahsetmenin söz konusu olmadığını düşünüyorum. Diğeri hiper emperyalizm. Hiper emperyalizm derken, 90’lı yıllarda, 2000’lerin başında, özellikle kapitalist küreselleşmenin prestijinin yüksek olduğu dönemlerde bundan bahsediliyordu. Hatta soldan bazı kitaplar, Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabı böyle bir dünya kurgusuna dayanıyordu. Sermayenin dünyanın istediği yerine, gezegenin istediği noktasına gidebildiği, istediği yerinde yatırım yapabildiği, tüketici tercihlerinin bütün dünyada aynı olduğu, piyasa toplumu kurallarının her yerde geçerli olduğu bir kurgu. Bundan da bahsedemiyoruz. En azından Çin’in dünyanın önde gelen bir ekonomik gücü olması, hegemonik mücadelede Amerika’yla çe-kişmesi bu kurguya yönelmemizi de zorlaştırıyor.
2000’li yıllarda benim genel anlayışım şuydu: Dünyada hem hiper emperyalizmin hem süper emperyalizmin hem de Lenin’in Emperyalizm kitabındaki klasik emperyalizmin mekanizmalarının yer yer hissedildiği, biraz daha hibrit bir düzenden bahsediyorduk, ama artık Trump’la birlikte giderek klasik emperyalizmden söz etmek daha anlamlı görünmeye başladı. Emperyalizme karşı olan, antiemperyalist olduğunu ilan eden kişiler olarak bizim bulunduğumuz kurumsal yapılarda emperyalizmin mekanizmalarını anlatmak bazen çok kolay olmayabiliyordu. Genel olarak emperyalizmin bir niteliği ekonomik, birisi de jeopolitiktir, ikisi birbiriyle diyalektik bir ilişki içindedir; yani askeri gücünü kullanarak ekonomik tavizler koparılabilir, ekonomik gücü yardımıyla kendine yakın bir hükümeti azgelişmiş bir ülkede seçtirebilir, o kendi güvenlik şemsiyesi altına girer, sizin bir üs açmanıza yol açar falan. Ama bazen bu kompleks mekanizmaları anlatmak, bütün kitleleri bu yolda ikna etmek kolay olmayabiliyordu. Trump’la birlikte aslında bir taraftan klasik emperyalizmden söz ediyoruz, bir taraftan da bu anlamda işimiz kolaylaşmış oluyor. Neden? Çünkü o ne diyor? Doğrudan doğruya Panama’nın Amerika’nın olduğunu söylüyor, “Gerekirse Grönland’ı satın alacağım –ki, biliyorsunuz, Grönland Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge– gerekirse güç kullanacağım” diyor, “Kanada, Amerika’nın 51. eyaletidir” diyor, Meksika Körfez’inin adını Amerikan Körfezi olarak değiştiriyor. Yani aslında bir ülkenin askeri gücüne dayanarak, ekonomik gücüne dayanarak diğer ülkelere de hükmedebileceğini açık bir şekilde ifade ediyor.
Benim ve benzer düşünen bazı arkadaşların emperyalizmle ilgili çok yaygın kullandığı bir kavram da emperyalizmle ilgili, kolektif emperyalizm kavramıydı. Bunu literatüre ilk kazandıran Samir Âmin, Fransız, Mısır kö-kenli bir Marksist’ti. Kolektif emperyalizm derken onun kastettiği şuydu: “Başını Amerika’nın çektiği, Avrupa Birliği ülkeleri, Kanada, Japonya, Yeni Zelanda, Avustralya gibi ülkeler genel olarak dünyada kapitalizmin yerleşmesi, piyasa mekanizmalarının kalıcılaşması için ortak davranırlar; zaman zaman aralarında sorunlar çıksa da, belli alanlarda rekabet etseler de birlikteliklerini kopuşlar olmadan, kolektif bir irade içerisinde sürdürürler.” Burada en belirgin yarılmalardan bir tanesi, Amerika’nın Irak işgali sırasında Fransa ve Almanya’nın buna karşı çıkmasıyla görülmüştü, ama bunu dahi aştılar. O dönem Fransa’ya karşı Amerika’da büyük tepkiler oldu, McDonalds’ta French Fries diye satılan patateslerin adı bile Friedom Fries olarak değiştirildi ve benzeri; ama sonunda yollarına devam ettiler, onlar asker göndermedi; diğer koalisyon güçleriyle Amerika, İngiltere, Avustralya, diğer güçlerle Irak işgali gerçekleştirildi. Ama Trump dönemiyle birlikte, özellikle de Amerika’nın NATO şemsiyesi altında Avrupa’nın güvenliğini sağlayamayacağını bildirmesi; Avrupa’nın kendi bütçe kısıtlarını tamamen zorlayarak Almanya’daki bütçe freni kaldırılarak kendi güvenlik ağlarını örmeye başlamaları, şu anda oranı düşürülse de Trump’ın Avrupa Birliği ülkelerine de benzer şekilde gümrük tarifeleri uygulamasıyla birlikte bu kolektif emperyalizmden bahsetmenin artık kolay olmadığını düşünüyorum.
Trump’ın bu genel anlayışına ana akım çerçevede üç tane yorum getiriliyor. Trump’ın davranışlarını, jeopolitiğe bakışını üç ayrı anlayışın besleyebileceği söyleniyor. Biliyorsunuz, Trump, bir gün bir şey, ertesi gün diğerini söyleyen, demagojiler yapan, çok fazla kuramlarla bağı olmayan biri olduğu için, kendisinin ağzından böyle bir şey duymak pek kolay değil; ama üç ayrı tez var. Bir tanesi tamamen realizme dayanan, realizm derken, uluslararası ilişkiler içerisinde insan hakları, demokrasi, özgürlükler benzeri kavramlar değil; tamamen gücün hâkim olduğu, ülkelerin birbiriyle güç temelinde ilişki kurduğu, pazarlıklar sürdürdüğü, bileklerin büküldüğü, bir anlamıyla Thomas Hobbes’in çizdiği bir orman düzeni. Tabii, ben karikatürize ediyorum. Uluslararası ilişkiler uzmanı arkadaşlar bunun tam böyle olmadığını söyleyebilir. Mühendisler net cevaplar isterler. Onun için hafif köşeli bir şekilde sunuyorum. Bir tez bu.
Bir diğer tez güç bölgeleri tezi. Yani Trump şöyle bakıyor: “Dünyada büyük güçler var. Benim artık başta Çin olmak üzere hepsine hükmetmem mümkün değil. Biz belli egemenlik alanları oluşturalım. Büyük ölçüde Amerika kıtası ve Pasifik’in belli kısımları bana aittir.” Biliyorsunuz, Monroe doktrini diye bir anlayış var. Monroe doktrini, İspanya, Portekiz başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin Latin Amerika ülkeleri üzerinde söz sahibi olmasına kıta içinden tepki olarak kendini sunan; ama sonunda, Latin Amerika’yı Amerika Birleşik Devletleri’nin arka bahçesi kabul eden bir anlayış. Bu çerçevede, “Kanada dahil Amerika kıtası benden sorulur. Ama buna karşılık, Rusya’nın Avrupa’nın belli yerlerinde de güç alanına sahip olmasını kabullenirim. Bu anlamda Ukrayna’nın talepleri, güçsüz bir ülke olduğu için, benim açımdan çok önemli değildir. Çin ise Asya bölgesine önemli bir güçtür. Onun Asya’daki hâkimiyetini de kabul ederim” şeklinde… Tabii, bunları da tam köşeli düşünmemek lazım. Mesela Amerika’yla Çin arasında önemli bir tartışma konusu Tayvan. “Çin büyük bir ülke. Pasifik ve Güney Çin Denizi’nde belli iddiaları var. Bu çerçevede, Endonezya’dan Malezya’ya, Japonya’ya, Filipinler’e karşı birçok ülkeyle rekabet içerisinde. Bunları da kullanırım, ama Asya içerisinde Çin’i de bir güç olarak kabul ederim” tezi. Bir tez o.
Bir tanesi de –aslında bunlar iç içe geçmiş durumda, ama hatırlatmak açısından söylüyorum– tersten-Kissinger tezi deniliyor. O da şu: Soğuk Savaş döneminde Amerika, Sovyetler Birliği’yle rekabeti sürdürürken, Çin’le Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerden de yararlanmak üzere, yine Nixon döneminde Çin’le yakınlık sağlanmıştı. O sırada Kissinger ile Çu Enlay arasında sürdürülen görüşmeler daha sonra Mao-Nixon buluşmasına kadar geldi ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar Çin’le Sovyetler Birliği arasındaki çelişkiler daha belirgindi. Çin, Amerika’ya daha yakındı; hatta Çin’de Üç Dünya Teorisi aracılığıyla en büyük tehlikenin Sovyetler Birliği olduğuna dair bir anlayış da geçerli olmuştu. Şimdi bunu tersten kullanıyor, yani “Rusya, belli nükleer gücü olması, enerji kaynaklarını kontrol etmesi dışında, Amerika’yla özellikle teknoloji alanında rekabet edecek bir güç değil. O açıdan, biz Putin’le, Rusya’yla uzlaşalım, çelişkileri ön plana çıkartmayalım. Büyük ölçüde bizim rakibimiz Çin’dir. Çin’i kuşatma anlayışını, kaynaklarımızı buna seferber etme stratejimizi ancak böyle uygulayabiliriz” deniliyor. Bunların hangisinin geçerli olduğunu zaman içerisinde de göreceğiz, kendi adıma izlemeye devam edeceğim. Arkadaşlar bilirler; ben genellikle çok net ve köşeli tanımlarda bulunmam, tabloyu koymayı tercih ederim.
Üçüncü soru: Trump ne tip bir sınıf egemenliğine
dayanıyor?
Genel olarak Marksist anlayış içerisinde Lenin’in de dile getirdiği, kapitalizm içerisinde hükümetlerin kapitalizmin bir yönetim kurulunu oluşturduğu anlayışı vardır. Ama zaman içerisinde kapitalizmin gelişmesiyle, şirketlerin büyük ölçüde borsada kote edilmesi, aile yönetimleri yerine profesyonel yöneticiliğin yaygınlaşmasıyla birlikte doğrudan doğruya patronların, büyük sermaye sahiplerinin kendilerinin değil temsilcilerinin, bazen bunlar diplomat olabilir, bazen profesyonel politikacı olabilir, akademisyen kökenli olabilir veya şirket yöneticisi olabilir, ki Amerika’da şirket yöneticisi olması çok daha yaygın bir şeydir onları temsil ettiğini görüyoruz.Buna “Döner kapı sistemi” deniliyor. Mesela en büyük bir bankanın, Goldman Sachs’ın üst düzey yöneticisiyken Hazine Bakanı oluyorsunuz, sonra tekrar dönüp danışmanlık şirketinizi kurup çok büyük projeler alıyorsunuz. Genel olarak böyle bir anlayış vardı. Bunun aslında Trump’ın ikinci dönemine kadar genel olarak devam ettiği söylenebilir. Trump dönemiyle birlikte sermayedarlar, bunun en belirgin örneği Elon Musk, ama diğerleri de büyük ölçüde milyar dolarlık serveti olan kişiler. Bir hesaplama yapılmış, yanlış hatırlamıyorsam, Trump’ın kabinesindekilerin toplam servetleri Biden’ın kabinesinin 2 bin 280 katını oluşturuyor ki, Biden’ın kabinesindekiler de öyle sizin, benim gibi insanlar değil, yani ortalama 27 milyon dolarlık servetleri var, ama Elon Musk’ın 280 milyar doları devreye girince gölgede kalıyorlar. Böyle sermayedarların kendi temsilcilerine bile güvenmedikleri, kendilerinin doğrudan doğruya iktidarda oldukları bir yönetim bu.
Bir yaklaşım da şu: Neofaşist anlayışla neoliberalizmin bir koalisyonu, ama en önde gelen neofaşist anlayış. Mesela bunun güzel bir örneği Elon Musk; doğrudan doğruya Avrupa’daki faşist, aşırı sağ hareketlerle bağlantısı var, onların toplantılarına katılıyor. Amerikan Başkan Yardımcısı Vance –belki izlemişsinizdir, her sene Almanya’da Münih Güvenlik Konferansı diye bir konferans düzenleniyor– mesela Almanya’nın o sıradaki sosyal demokrat Başbakanı Scholz’la konuşmuyor, AfD’nin lideri Weidel’le konuşuyor, İtalya’daki, İspanya’daki faşistlerle yakın ilişkileri var ve Münih Güvenlik Konferansındaki konuşmasında fikir özgürlüğünden bahsediyor. Fikir özgürlüğü derken, derdi faşist yapıların koalisyonlara alınmaması, meşru kabul edilmemesi, bunun demokrasiye aykırı olduğunu söylüyor. Bir kere, doğrudan doğruya faşizmi savunan, onlarla organik bağı olan, ki Trump’ın bir önceki dönemdeki baş danışmanı Steve Bannon, böyle bir faşist enternasyonal oluşturulması için büyük çaba harcadı, bu oluşumun merkezi de şu anda Madrid’de. İspanya’da Vox Partisi diye aşırı sağ bir parti var, onun ev sahipliğinde toplantılar düzenliyorlar. Yani bir tarafıyla böyle faşist eğilimlerin güçlü olduğu bir yapı.
Bir tarafıyla Trump, diğer büyük sermaye gruplarından farklı olarak özel sermaye denilen; yani büyük ölçüde kapitalizmin kuralları içerisinde borsaya kote edildiğiniz zaman, bir şekilde hesaplarınızın daha açık olması gerekir, hissedarlar adına denetlenmeniz gerekir, faaliyetlerinizle ilgili raporlar yayınlamanız gerekir; halbuki özel kaldığınız zaman, kamuya açılmadığınız zaman Dark Money denilen daha gizli bir alanda, gri bir alanda faaliyet yürütebilirsiniz. Amerika’nın böyle büyük aşırı sağcı grupları, mesela madenler konusunda söz sahibi olan Koch kardeşler, Türkiye’de mesela tarım konularında adı çok geçen Cargill benzerleri özel şirketlerdir. Borsaya açık olmadığı için faaliyetlerini izlemek, denetlemek çok daha zordur, bunlara dayalı bir yapı. En büyük finansörleri bunlar. Bazı isimler var, bunlara baktım, bazılarını ben dahi bilmiyorum ama Amerika’nın önde gelen milyarderleri deniliyor. Mesela bir tanesi daha bilinen bir isim, Peter Thiel, PayPal’ın kurucusu, Palantir diye bir güvenlik, yapay zekâya dayalı bir askeri teknoloji şirketinin sahibi. Musk’ı zaten biliyoruz. Büyük ölçüde Silikon Vadisinde, teknoloji alanında önde gelen şirket temsilcileri var. Private equity denilen, Türkçede “serbest fonlar” tabir edilen şirketler var. Büyük zenginler bir havuza para atıyorlar, o şirketi yönetenler şirketleri ele geçiriyorlar, varlıklarını satıyorlar, çalışanlarını azaltıyorlar, belki tekrar şirketi satıyorlar, böylece büyük kârlar elde ediyorlar. Bir de dikkat edelim, büyük petrol şirketleri işin içinde. Yani Trump, “Kazabildiğiniz kadar kazın”, “Drill baby, drill” diye İngilizce bir ifade kullanıyor, yani “petrol çıkartabilmek için, doğalgaza ulaşabilmek için ne yaparsanız yapın, ben sizin arkanızdayım” diyor. Bir anlamda Biden’ın da gündeme getirdiği, Avrupa’da da merkez sol ve merkez sağ partilerin gündeme getirdiği yeşil dönüşüm gibi anlayışları tamamen terk ediyor. Burada ekonomiyle ideoloji de iç içe geçiyor. Yani bu politikaları uyguladığı zaman, tabanından da destek bulabiliyor. Çünkü bunların küresel iklim değişikliğini reddeden; bu tezleri bir kısım liberallerin, onların Woke dedikleri sol, LGBT, feministlerin çıkarttığı söylentiler olduğuna inanan kesimler olduğunu söylemek gerekiyor. Kısacası Trump, Amerika’nın kendi ölçüleri içerisinde de en gerici, en sağcı bir anlayışı temsil ediyor.
Neoliberalizm sona mı erdi? Dördüncü sorumuz bu olabilir.
Neoliberalizmin belli anlayışları, neoliberalizm dediğimiz zaman, serbest ticaret geçerli olacak, mal ve hizmetlerin üretimi, dağıtımında dünyanın her köşesine gidebileceksiniz, bu da Dünya Ticaret Örgütü tarafından düzenlenecek; işte fikri mülkiyet hakları, hizmetlere ve tarıma yönelik olarak bütün üretim alanları için serbest ticaret olacak, serbest sermaye akımları olacak. Bir tarafıyla Trump ve benzerleri buna karşılar. Birazdan daha ayrıntılarına geleceğiz. Ticarette korumacılık öneriyorlar ama bir tarafıyla da neoliberalizmin genel anlayışı olan kamunun ekonomideki rolünün azaltılması, üniversiteler, araştırma kuruluşları başta olmak üzere kamusal kurumların işlevsizleştirilmesi gibi anlayışların da en radikal temsilcisi. İzliyorsunuzdur, Elon Musk’ın ve Ramaswamy diye bir şirket CEO’sunun başında olduğu, DOGE diye kısaltılan, Amerika’da Hükümetin Etkinliğini Sağlama Bakanlığı veya İdaresi diye bir kuruluş var ve büyük ölçüde bütçe harcamalarını kısıtlamayı hedeflemiş durumda. Musk da kamu yönetiminden anlamayan, maliyecilikten anlamayan, aklına geldiği gibi rakamlar üfüren biri. “2 trilyon dolarlık kısıtlama yapacağım” diyordu. Yani bu, Amerikan bütçesinin 3’te 1’inin atılması demek. Yakın zamanda bunu 1 trilyon dolara indirdi. Son bütçe rakamları aslında bütçe harcamalarının arttığını ama tam tersine, hükümetin etkinliğinin azaldığını, bazı programların sona erdirilmesi nedeniyle hem ciddi bir eleman kıyımı olduğunu hem insanların hizmet alamadığını, yani kamuoyunda şikayetlerin çok fazla olduğunu gösteriyor. Ama genel anlayışları bu.
Şöyle söylenebilir: Neoliberalizmi belki kitabi anlamında tam takip etmiyorlar ama kişiyi kutsallaştıran, kolektif karar süreçlerine, kamu çıkarına savaş açan neoliberal anlayışın da bir taraftan temsilcileri.
Bir taraftan da finansallaşmadan bahsetmiştik. Attıkları adımlar, neoliberalizmin önemli bir kurumu finansın reel ekonomi üzerinde belirleyici olduğu, finansal piyasalardaki gelişmelerin topluma yön verdiği kurguyu çok kolay kıramıyorlar. Bunun en belirgin örneği ne? Amerika’nın 36 trilyon dolarlık tahvili var. Bunun kabataslak 5’te 1’ini yabancılar ellerinde tutuyorlar ve dünyada hem ekonomideki en yakın izlenen bir numaralı gösterge Amerika’daki 10 yıllık tahvil faizleri, hem de en güvenli yatırım olanağı olarak görülen liman. Trump’ın politikalarıyla birlikte bu tahvillerin fiyatlarında bir düşüş oldu. Bunların bazıları biraz teknik konular; ama tahvillerin fiyatlarında düşüş olması demek, bir domino etkisiyle bütün finansal piyasaları çökertecek bir etki yaratabilir. Şöyle ki tahvilin fiyatının düşmesi, faizinin yükselmesi anlamına geliyor ve tahvili önceden almış olanların zarar etmesi anlamına geliyor. Bunlar bir kısım işlemlerini borçlanarak yaptıkları için, bir kısım tahvili nakit piyasasında alıp forward piyasasında sattıkları için çok karmaşık mekanizmalar var. Tahvil fiyatlarının düşmesi büyük zararlar yazılmasına yol açıyor. Yabancı yatırımcıların bazılarının “Bazı fonlar şu kadar zarar ettiği zaman otomatik sat” gibi ilkeleri var ve bu krizin derinleşmesi tehlikesini oluşturuyor. O nedenle Trump o meşhur gümrük tarifelerini açıklıyor. Avrupa Birliği’ne %20, Vietnam’a %46, Çin’e %34 derken üç gün içerisinde kararlarını geri alıyor; çünkü burada en önemli faktörün tahvil piyasalarının çökme tehlikesi olduğunu, yakınındakilerin bu konuda kendisini uyardığını söylüyor.
Burada en önemli faktörün Hazine Bakanı olduğu söyleniyor. Hazine Bakanı da hepimizin yakından tanıdığı Soros’un baş kurmaylarından biri. 90’lı yıllarda Soros’un en büyük başarısı, İngiltere’de poundun çökmesini sağlayan, poundu açığa satarak o zamanın parasıyla milyar doların üzerinde tek hamlede para kazanan bir operasyonla popülaritesinin artması. O zaman bu işleri yöneten kişi, Goldman Sachs’ın üst düzey yöneticilerinden biri. O gidiyor, Trump’ın malikanesinin olduğu Marallego denilen yerde, “Aman! İşler kötüye gidiyor, bütün sistem çökmek üzere” diyor ve Trump kısa sürede kararını geri alıyor. Yani burada kısaca söyleyebileceğimiz, finansal piyasaların etkisi devam ediyor, Trump gibi şahıslara da çok kolay manevra alanı tanımayabiliyor.
Beşinci soru: Ticaret savaşları imalat sanayiini Amerika’ya geri getirebilecek mi, istihdam
yaratabilecek mi?
Trump ve benzerleri büyük ölçüde, “Fabrikalarımız kapanıyor, insanlarımız işsiz kalıyor” diyerek propagandalarını yapıyorlar ve gümrük vergilerinin de bu sorunu çözeceğini söylüyorlar. Halbuki –burada mühendis arkadaşlarımız çok, sizler de biliyorsunuzdur– küresel üretim içerisinde tedarik zincirler çok önemli. Bazı ürünlerde, mesela bir arabanın üretiminde, bir akıllı telefonun üretiminde 20’nin üzerinde istasyon olduğu; bu istasyonların 7-8, bazen 10’un üzerinde ülkeye girip çıkmayı gerektirdiği çok kompleks bir sistem söz konusu. Gümrük vergisi koyduğunuz zaman, bir tarafıyla bütün dünyada maliyetleri artırıyorsunuz, sizin başarılı olan sektörleriniz için gümrük vergisi koyduğunuz zaman girdiler artabiliyor. Mesela bunun en klasik örneği, bunu siz buradaki mühendisi arkadaşlar biliyordur, çelik ve alüminyuma %25 vergi getirdiler. Bu zaten geri alınmadı, bütün ülkeler için geçerli olmaya devam ediyor. Çelik ve alüminyum birçok sektör için bir girdi niteliğinde; Amerika’daki otomotiv üreticileri için, beyaz eşya üreticileri için, tarım aletleri üreticileri için, silah sanayii için bir girdi niteliğinde. Bu konudaki kendi sanayinizin rekabet gücünü de azaltıyorsunuz, maliyetini artırıyorsunuz. Tam tersi, bir sonuç vermesine, yani Amerika’nın ihracatının artmak yerine ihracatı olan bazı şirketlerin rekabet gücünün azalmasına da yol açabiliyorsunuz. Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor, çelik, alüminyum için de bu geçerli –tabii çelik, sanayileşmenin en temel girdisi, sembolik bir önemi var, Amerika’daki çelik firmalarının fabrikalarının da büyük bir tarihi var ama ben uzmanı değilim tabii–siz bu vergileri koyduğunuz zaman da çelik ve alüminyumun birçok alt dalında Amerika’nın hâlâ rekabet gücü kazanamayacağını göreceksiniz. Artı, diyelim ki sizin bu gümrük vergileriyle ithalatınız azaldı, belli üretimleri Amerika’ya getirmeniz mümkün oldu, teknolojide çok büyük değişiklikler var. Yani yeni bir fabrika kurduğunuz zaman, yeni bir yatırım yaptığınız zaman, insan gücü yerine robotların, zihinsel güç yerine yapay zekânın monte edilmesi, dijital teknolojilerin kullanılmasıyla birlikte bunların fazla istihdam yaratma kapasitesi olmayacak, Amerika’da geri giden istihdam geri gelmeyecek.
Altıncı soru: Sol, serbest ticaret nostaljisini yaşamak zorunda mı?
Buna girmeden önce şunu söylemek gerek: Trump dün de söylemiş, “Bizim ülkemizi mahvettiler, talan ettiler. Bu süreçlerden hep biz zararlı çıktık. Buna bir son vermemiz gerekir” diyor. Bir kere, biliyoruz ki, Amerika hâlâ dünyanın en zengin ülkelerinden biri, kişi başına gelir çok yüksek ve bunu da sağlarken birçok ülkeyi işgal etme, birçok ülkeye baskıyla anlaşmalar imzalatma, zorla Amerikan şirketlerinin burada faaliyet yürütmesini sağlama gibi mekanizmalar geliştirmiş. Evet, Amerika dinamik bir toplum, bu elde ettiği başarıda Amerikan toplumunun dinamizminin, bir göçmen toplumu olmasının, en iyi üniversitelerin bulunmasının, bunların hepsinin bir payı var ama, Amerika’da işlerin kötüye gittiğini genel olarak söylemek mümkün değil. Artı, biraz evvel dikkat çektim, kapitalist ülkeler içerisinde de; yani Avrupa Birliği’ne, Japonya’ya, benzerlerine göre de Amerikan ekonomisi göreli olarak daha iyi durumda.
Amerika’nın şöyle bir gerçeği var: Evet, 1,2 trilyon dolar, bir anlamda Türkiye’nin bütün ihracatının 5 katı kadar bir dış ticaret açığı veriyor, 3,5 trilyon dolar civarında bir mal ithalatı var, böyle bir gerçeği var; ama Trump’ın hiç hesaba katmadığı bir şey de, Amerika, hizmetler üretiminde dünyanın bir numaralı gücü. Amerika’nın 1 trilyon doların üzerinde hizmetler ihracatı var. Hizmetler dediğimiz zaman, mühendislikte çok önemi olan, bulut teknolojisinden kazanılan paralar, Amerika’nın turizm gelirleri, Amerikan danışmanlık şirketlerinin, hukuk şirketlerinin, bütün Amerikan reklam şirketlerinin gelirleri filan hepsi buna dâhil. TMMOB’nin toplantılarında falan da çok geçer, hizmetler sektörünün liberalleşmesi, fikri mülkiyet hakları. Bir hesaplama okudum; Amerika, sırf fikri mülkiyet haklarından şu ana kadar 632 milyar dolar gelir sağlamış. Bir senede değil bu, toplamda. Ama düşünün, 632 milyar dolar. Yani dış ticaret açığını bir ölçüde hizmetler açığı telafi ediyor ve zaten Amerika’nın kendi iç ekonomisi de büyük ölçüde hizmetler sektörüne dayanıyor. Genel olarak da kapitalizm içerisinde bir ülke geliştiği zaman hizmetlerin ağırlığı artıyor. Tabii, 1 trilyon doları geçen hizmetlerin bir de hizmet ithalatı var, hizmetlerde de Amerika’nın 800 milyar dolar civarında bir döviz harcaması var. Aradaki fark 200 milyar dolar, ama dış ticaret açığını büyük ölçüde kapatıyor. Anti parantez, Türkiye de hizmet geliri giderine göre en fazla olan ülkelerden biri. Kabataslak 100 milyar dolar hizmet geliri var, 50 milyar dolar harcaması var ve ortalama olarak da en fazla hizmet fazlası olan, döviz fazlası olan ülke. Onun da nedeni büyük ölçüde turizm ve taşımacılık sektörlerinde Türkiye’nin ciddi gelir sağlaması.
Serbest ticaret nostaljisini yaşamak zorunda mı? Bir kere, evet, bugün gümrük vergileri konulması geniş kitlelerin genel olarak lehine değil. Neden? Çünkü özellikle Amerika gibi, Avrupa Birliği gibi gelişmiş ülkelerde gelirinin en fazla kısmını bu ürünlere harcayanlar alt gelir grupları. Mesela cep telefonlarına, elektronik ürünlere, oyuncaklara, benzerlerine gümrük vergisi koyduğunuz zaman, çok zengin bir insan zaten gelirlerinin çok sınırlı kısmını buralara harcar, gelirinin önemli bir kısmını hizmet sektöründe harcar; lokantaya gider, turizm faaliyetlerinden yararlanır, spor salonlarına gider, tıp hizmetlerinden yararlanır. Alt gelir grupları da büyük ölçüde alışverişlerini marketlerden yapar, AVM’lerden yapar. Şu anda Çin’e konulan gümrük vergileri yüzünden rafların boşaldığından söz ediliyor. Bunun iki nedeni var; bir tanesi, insanlar “Fiyatlar artmadan bir an önce alalım” dediler. Çin’den ithalat büyük ölçüde gümrük vergileri beklendiği için arttı, insanlar da ihtiyaçlarını sağladılar. Bir tanesi de yeni mal gelmediği için rafların boşaldığı, ciddi bir tedarik sorunu olduğu söyleniyor. Bir kere, bu sınıfsal yansıması nedeniyle gümrük vergilerini savunmak durumunda değiliz. İkincisi, gümrük vergilerinden Trump’ın en büyük beklentisi ciddi bir vergi geliri elde etmek. Bu rakamların gerçekçi olmadığı söyleniyor, çünkü “700 milyar dolar gelir elde edeceğim” diyor. 700 milyar dolar gelir elde etmesi ancak bütün ithalatın devamıyla mümkün. Halbuki bu kadar vergi koyduğunuz zaman zaten ithalat da azalacak. Bu, işin teknik yönü. Ama Trump ne diyor? “Ben bu gümrük vergi gelirlerimi artıracağım, bu sayede gelir vergilerini azaltacağım, hatta zamanla ortadan kaldıracağım” diyor. Bu, Amerika’daki zenginlerin lehine olan bir durum. Sınıfsal bir tercih var. Biz tabii ki bu gümrük vergilerinin konulmasına karşı çıkmalıyız. Ama öbür taraftan da serbest ticareti savunmak zorunda mıyız; hayır, değiliz. Tarihsel olarak da baktığımız zaman, serbest ticaret önce Büyük Britanya İmparatorluğu, sonra en güçlü döneminde Amerika, en güçlü devletler tarafından savunulan, zorlanan bir kurgu; azgelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin lehine değil. Bunun dayandığı teorik çerçeve; Adam Smith’ten başlayan, David Ricardo’yla daha kompleks hale gelen mukayeseli üstünlükler, yani “Bir ülke hangi alanda mukayeseli üstünlüğe sahipse, kaynakları ve insan gücü neye izin veriyorsa orada uzmanlaşsın” demek. Tarihsel olarak baktığımız zaman, bu kurguyu kabul ederek sanayileşmiş, gelişmiş bir ülke yok. Emin Başkanımız, konuşmanın sonuna geldim, planlamadan bahsetti. Bütün başarılı örnekler planlama yaparak aşama kat etmiş ülkeler. Dünyada bunun en belirgin örnekleri Güney Kore, Japonya, Asya ülkeleri verilir. Önemli bir kalkınma iktisatçısı olan Ha Joon Chang, bu durumu şöyle anlatıyor: “Eğer mukayeseli üstünlüklere dayansaydı, Güney Kore bugün pirinç ve balık üreticisi olarak dünya piyasalarına girerdi” diyor. Halbuki şimdi, biliyorsunuz, teknolojide ciddi aşama yapmış; Samsung, Hyundai, benzerleriyle bildiğimiz bir ülke. O açıdan, bizim gümrük vergilerini eleştirirken savunmamız gerekenin serbest ticaret olmadığını da bilmemiz gerekir.
Soruları hızlandırayım, tartışmaya zaman ayıralım.
Yedinci soru: Sağ popülist hareketler neden yükseliyor?
Sağ popülist, faşizme kayan, otoriter, komplo teorilerine dayanan hareketlerde bütün dünyada bir yükseliş var. Bunun nedenleri ne olabilir? Çünkü Trump da bunlardan biri ve dünyada da bu eğilim güçlü. Avrupa’da aşağı yukarı her ülkede önemli bir güç haline geldiler. Almanya’da AFD %20 oy aldı. Hollanda, İskandinav ülkeleri, benzerleri dünyanın her yerinde önemli bir güç halindeler.
Bu başlı başına bir konferans konusu; ama konuyu biraz daha iktisat çerçevesinde düşünürsek, biraz evvel bahsettiğimiz kapitalist küreselleşme dönemi, ülkelerde neoliberalizmin yükselmesi müthiş bir gelir ve ser-vet dağılımı bozukluğuna yol açtı. Mesela Amerika’da daha bu hafta bir istatistik yayınlandı, Amerika’nın toplam serveti 148 trilyon dolar. Gabriel Zucman diye Fransız kökenli bir araştırmacı var, çok daha mikro verileri de inceleyerek araştırmalar yapıyor. Amerika’da sırf 13 tane zenginin serveti 2024 yılında 1 trilyon dolar artmış. 1 trilyon dolar, kabataslak Türkiye’nin 1 yıllık üretimi kadar. En zengin %1 servetin %31’ini, en zengin %10 da servetin %67’sini elinde tutuyor. Bunu niye söylüyorum? Herkesin bildiği bir gerçek. Bir kere, buna dünyanın her yerinde bu uçurumlara büyük bir tepki var. İkincisi, güç odakları belli insanların. Özellikle uzmanların,düşünce kuruluşlarının elinde toplanıyor ve buna da büyük bir tepki var. Buna soldakiler düzen diyor, sermaye güçleri diyor, sağdan gelenler de bu yapılara içten bir tepki duyuyorlar. Bu noktada da ortalama insana hitap edecek programlar ortaklaşıyor. Ama üçüncü bir madde, göç konusu. Dünyanın her yerinde gelirin yüksek olduğu ülkelere doğru bir eğilim var. İkincisi, ucuz işgücü olarak bunları istihdam etmek sermaye kesimlerinin de işine geliyor. Burada şematik bir değerlendirmeyle şunu söyleyebiliriz: İmalat sanayiinde yani üretimin nerede olduğunun çok önem taşımadığı yerlerde üretim büyük ölçüde Asya’ya, Doğu’ya kaymış durumda. Yani büyük ölçüde ayakkabıları, gömlekleri, pantolonları Bangladeş’te, Vietnam’da, benzerinde üretebiliyorsunuz ama çöpleri kaldırmaya gelince, berbere gitmeye gelince, AVM’de tezgahtarlığa gelince, doğrudan doğruya ülkenizde yaşayan insanlara ihtiyaç var ve bu da göçmen topluluklarına gerek duymanızı getiriyor. Bu, sermaye açısından istenilen bir şey. Ama dediğim gibi, imalat sanayiinde konumu gerileyen, geliri düşenler tepki duyuyorlar. Bir de göçmenler genel olarak işgücü piyasasında ücretlerin düşüşünü getirebiliyorlar, işgücü arzını artırabiliyorlar. Onun için, bu duruma her ülkede ciddi bir tepki var. Solun genel anlayışı, insanlık anlayışı, enternasyonalist anlayışı bu konuda ortalama insana hitap etme şansını sınırlıyor. Sağ, düşmanlaştırma, ötekileştirme yoluyla bu konuda avantaj sağlıyor. Perry Anderson diye önemli bir Marksist düşünür var, son olarak kapsamlı bir makale yazdı. Sol popülizmler, yani Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos, İtalya’daki Beş Yıldız Hareketi benzeri hareketlerin zaman içinde sönümlenmesi, sağ hareketlerin daha yükselmesini bu kurguya bağlıyor. Buradan yola çıkarak elbette “Biz göçmen karşıtı olalım” demek doğru değil, ama bu olguyu göz önüne alarak herkes için inandırıcı olabilecek politikaları düşünmek, tasarlamak da büyük önem taşıyor.
Sekizinci soru: Çin, Amerika karşısında dayanabilir mi?
Çin, hepimizin bildiği gibi, büyük ölçüde imalat sanayisine dayalı bir ülke. Evet, gümrük vergileri konulması Çin’e çok ciddi bir zarar verecek. Amerika’nın gümrük vergilerini devam ettirmesi halinde Çin’de 20 milyon kişinin işsiz kalabileceği düşünülüyor. Bu, Çin’in kendi yüz milyonları geçen işgücü piyasası için dahi azımsanacak bir rakam değil. Ama Çin bu sürece çok hazırlıklı, çünkü Trump gelmeden önce zaten Çin’e karşı gümrük vergileri koyacağını düşünüyordu. Daha geriye gidersek, Obama döneminden beri Amerika büyük ölçüde Çin’i hedeflediğini, Çin’in yükselişini engellemeye yönelik politikalar uygulayacağını, Çin’i kuşatacağını ilan etti. Bu anlamda Çin, Amerika’nın husumetine, genel olarak Batı dünyasının husumetine çok hazırlıklı. Bir de Çinliler ulusal duyguları çok güçlü olan bir toplum. Doğrudan doğruya Çin’e yönelik böyle saldırgan bir ifade olması halinde birlikte davranmaları çok daha mümkün. Onun için, bu süreçten Amerika’nın daha fazla zarar görebileceği, Amerika’nın ortalama bireyinin yaşam şartları geri giderse, mesela gümrük vergilerinin enflasyonu yükseltmesi, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını daha fazla yükseltmesi, Amerikan dolarına güvenin sarsılması nedeniyle faizlerin yüksek seyretmesi; bunların ev alımını, ipotekli konut alımını zorlaştırması söz konusu. Amerikan toplumunun buna daha az hazırlıklı olduğu değerlendiriliyor. Zaten kamuoyu yoklamaları, daha 100. günü dolmadan Trump’ın ciddi bir şekilde popülaritesini yitirdiğini söylüyor. Bu, işin daha politik, ideolojik yönü. Ekonomik yönü de şu: Çin’in en büyük ihraç kapısı Amerika. Çin, Amerika’ya karşı 300 milyar dolar dış ticaret fazlası veriyor. Amerika, kabataslak Çin’e 100 milyar dolarlık satış yapabilirken, 400 milyar dolar civarında bir ithalatı söz konusu; ama zaman içerisinde Çin’in ihracatındaki Amerika’nın payı azalmış durumda, Trump’ın ilk seçildiği dönemde %20’ler civarındayken, bu oran %13’e düşmüş durumda. Artı, her ne kadar Amerika’nın Çin’e ihracatı daha az ise de bu büyük ölçüde enerjiden geliyor, ikincisi de tarım ürünlerinden geliyor. Her ikisi de alternatif piyasalardan sağlanabilecek olan ürünler. Mesela Çin, Amerika’dan tarım ürünleri almak yerine hemen Brezilya’dan olan ihracatını artırdı. Buna karşılık, Amerika’nın Çin’den aldığı ürünler, sizler de biliyorsunuzdur, yarıiletken sektöründe en gelişmiş kurum Tayvan’daki TSMC denilen kuruluş. Zaten Tayvan üzerindeki tartışmalar burada yoğunlaşıyor. Bu kuruluş Amerika da yarıiletkenlerde 100 milyar doları aşan, çok büyük bir yatırım yaptı; ama araba üretiminde kullanılan, beyaz eşyada kullanılan, elektronikte geçerli olan büyük miktarda sipariş verilen çipler, orta kalite çipler Çin’den ithal ediliyor, elektronik ürünler Çin’den ithal ediliyor, büyük ölçüde Amerika’da eczacılık ürünleri Çin’den ve Hindistan’dan ithal ediliyor. Yani bu sürecin sonunda Çin’in dayanıklılığının daha yüksek olacağı, Amerika’nın daha kolay pes edeceği söyleniyor. Zaten Amerika’da bu deyim çokça kullanılıyor, “Kim gözünü kırpacak?” diye. Hatta Trump, attığı adımları geri alarak gözünü zaten kırptı, Çin’e de kırpacak gibi görünüyor.
Tabii, bazen hayırlı gelişmeler de oluyor. Öğleden sonra Çin’le ilgili çok daha ayrıntılı konuşmalar, sunuşlar yapacak uzman arkadaşlar var; ama dün Çin’de önemli bir toplantı yapıldı ve bu süreçte alt orta kesime desteklerin artırılacağı, satın alma güçlerinin yukarı çekileceği yolunda açıklamalar yapıldı. Zaten Çin’e yönelik bir eleştiri de tüketimin göreceli olarak düşük olmasıydı. Yani aslında Çin, sonunda sosyalizm iddiasında bir ülke de olsa, gelir ve servet dağılımı orada da çok bozuk. O anlamda, Çin halkı açısından belki de hayırlı bir gelişme oldu. Çünkü Çin’de %5 civarı büyümeyi tutturmak en önemli kriter olarak görülüyor. Dış talep azalınca iç taleple bunu karşılama yolunda Devlet Başkanı Xi Jinping’in de katıldığı bir toplantı yapıldı. Trump’ın tehditleri bir anlamda hayırlı da olmuş olabilir.
Dokuzuncu soru: Doların egemenliği sürecek mi?
Konuşmanın başında söylediğim gibi, 1945’ten, İkinci Dünya Savaşı sonrasından, bu uluslararası kurumların kuruluşundan beri doların egemenliği 1971’de Bretton Woods sisteminin çökmesinden sonra dahi devam ediyordu. Doların şöyle bir özelliği var: Mesela 2007-2008 küresel finansal krizi gibi Amerikan merkezli bir krizin patlaması halinde bile –hatırlayalım o zaman Amerika emlak piyasasından, konut piyasasından patlamıştı– COVID süreci –ki, COVID’in en büyük zarar verdiği ülkelerden biri Amerika– Amerika’nın kendi teknoloji balonunun patladığı 2000’lerin başı, büyük kriz dönemlerinde dahi insanlar güvenli liman olarak Amerikan dolarını görmüştü. Bunun en büyük ölçüsü, böyle dönemlerde, demin söylediğim 36 trilyon dolara varan Amerikan tahvillerinin fiyatının yükselmesi, getirilerinin düşmesi, yani borçlanma maliyetlerinin düşmesiydi. Bu kez tam tersi oldu. Dünya ekonomisinde bu kadar büyük bir sarsıntı sürerken –ki, böyle dönemlerde belli paralar, İsviçre frangı, Japon yeni, Amerikan doları, altın gibi paraların ve varlıkların fiyatları yükselir– dolar dışında hepsinin fiyatı yükseldi. Bu dönemde güvenli liman olarak Alman tahvilleri de görüldü, Alman tahvillerinin de fiyatı yükseldi, faizi düştü, Amerikan dolarından bir kaçış oldu. Bu da Amerika’ya güvensizliğin bir göstergesi olarak düşünülebilir.
Amerika’da kabataslak yabancıların çok ciddi varlıkları var; 7 trilyon dolarlık Amerikan hazine bonosu, 5 trilyon dolarlık Amerikan özel sektör tahvili ve tabii borsa endeksi sürekli değişiyor, ama 19-20 trilyon dolarlık da Amerikan hisse senedi tuttukları biliniyor. Bunların başlıcası 5 trilyon dolarla Japonya, 3.2 trilyon dolarla Çin. Yani yabancı güçlerin dolara daha fazla zarar vermesi tehlikesi var. Bir paranın güvenilirliği bir kez kaybolduktan sonra geri getirmek kolay değil. Amerikan doları değer kaybedince, zaten bu gümrük vergilerinin enflasyonu yükseltme tehlikesi var, bu da ithal ürünler aracılığıyla enflasyonu yükseltecek ve Amerika’da bir stagflasyon olma tehlikesi var, yani Türkiye için de konuştuğumuz durgunlukla enflasyonun bir arada yaşanması olgusu. Zaten bu tahvillerin düşüşünün de bundan kaynaklanabileceği –yani yüksek enflasyon beklediğiniz zaman daha yüksek faiz de beklersiniz– bu stagflasyon okumasından kaynaklandığı söyleniyor. Ama Amerika’nın konumu bir ölçüde gerilemesine karşın, [dolar] hâlâ büyük ölçüde en çok kullanılan rezerv para niteliğini taşıyor. Dış ticaret işlemlerinin %54’ü dolar cinsinden yapılıyor, dünyadaki bütün döviz işlemlerinin %88’inin bir ayağı dolar. Tabii, burada %100 değil, toplam %200. Yani dolar satıp avro alabilirsiniz veya TL satıp dolar alabilirsiniz. Toplam %200’ün içerisinde %88’i dolar. Bütün dış borçların %60’ı dolar cinsinden, uluslararası tahvillerin %70’i dolar cinsinden; yani bunun kısa sürede ortadan kalkması mümkün değil. Bir de basit bir hesap, bu TL için de geçerli, ama TL sadece Türkiye için geçerli bir para. Senyoraj geliri diye bir kavram var. Diyelim ki sizin cebinizde 1000 lira para var; bütün bir yılı 1000 lirayla geçirdiğiniz zaman, Türkiye’de enflasyon %35 ise, Merkez Bankası’na, parayı basan güce 350 lira ödemiş gibi oluyorsunuz. Dünyada 2 trilyon dolarlık banknot olduğu düşünülüyor. Bunun 1 trilyon doları yabancıların elinde. Yani enflasyonun %3 varsaysanız 60 milyar dolar, yani Türkiye’nin bütün ihracat gelirinin %25’i kadar bir geliri Amerika sırf dolar basmaktan kazanıyor. Bunu kolay kolay kaybetmek istemeyecektir.
Peki, ne olacak? Alternatif paraların çıkması gerekiyor. Bu uzun bir tartışma. Dijital paraların gündeme girmesi söz konusu, ama henüz çok yakın bir gelecekte olması çok kolay görünmüyor. İsviçre frangı, Avustralya doları gibi paralar söz konusu olabilir; ama sonuçta bir para, o ülkenin ekonomisinin büyüklüğünün ötesine geçemez. İnsanların elinde İsviçre frangı olması için İsviçre Merkez Bankasının frank basması lazım ve dünyaya verebileceği frank miktarı da belli. Çok teorik konulara girmeyeyim, ama bu aralar çok konuşuldu; Triffin Paradoksu diye bir paradoks var. O da şöyle: Bir ülkenin rezerv para olabilmesi için, insanların elinde o paranın olması gerekir. O para nasıl geçecek elinize? O ülke dış ticaret açığı verecek, cari işlemler açığı verecek, yani bir ülkenin döviz kazançları döviz harcamalarının altında olacak ki, para basarak aradaki farkı kapatabilesiniz. Dış ticaretiniz dengedeyse, dünyadaki dolar miktarını artırmanız veya frank miktarını artırmanız söz konusu olmaz. Onun için, belli ölçüde açık vereceksiniz ki para arzını sağlayın. Ama sürekli para basarsanız, yani paranıza olan güven sarsılırsa da bu sefer insanlar sizin paranızdan kaçmaya başlar. Yani bir taraftan açık vermeniz gereği, bir taraftan da açık vermeden para arzında artışa gidememe kısıtınız bir paradoks gibi görünüyor. Bunun cevabı, bunu dengede tutmak, makul ölçülerde tutmak. Yoksa, Amerika sabah akşam Amerika para basarsa herkes dolardan kaçar tabii. Bunu makul bir ölçüde tutmak gerekiyor.
Zaman içerisinde ne olabilir? Alternatif paralar çıkması lazım. Dediğim gibi, İsviçre, hatta Japonya ekonomilerinin çapı göz önüne alınınca bu potansiyeli taşımıyor. Çin zaten kendisi sermaye kontrolleri uyguluyor, kolaylıkla RMB veya yuan alıp satmanız söz konusu değil. Avrupa Birliği zaten kendi sorunlarını yaşıyor. Ortak bir mali politikası yok, ortak bir sermaye piyasası yok. 22 tane ulusal devletten oluşuyor. Her ne kadar RMB işlemleri dünyada artıyorsa da, avronun ağırlığı hafif artıyorsa da bunlar yakın bir gelecekte doların tahtına aday değiller. Ne olabilir? Çok radikal bir gelişme olmadığı müddetçe yavaş yavaş doların egemenliği azalır, alternatif ödeme sistemleri yaygınlaşabilir. Çin SWIFT ödeme sistemine alternatif için bir sistem geliştirmeye başlıyor. Belli ödemelerde takas uygulanabilir veya başka paralar cinsinden uygulamalar yaygınlaşabilir; ama “Yakın bir dönemde doların egemenliği tamamen ortadan kalkacak” dememiz kolay görünmüyor.
Onuncu soru: Avrupa ticaret savaşlarının neresinde duruyor?
Avrupa, Türkiye açısından bir numaralı ihracat pazarı olması, coğrafi yakınlığı, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dâhil olma özlemlerini tekrar etmesi anlamında önemli bir coğrafya. Tarihsel olarak da kapitalizmin ve emperyalizmin doğduğu coğrafya; ama genel bir gerileme içerisinde. Trump görev almadan evvel de zaten Avrupa bunu itiraf etti. Çünkü evet, bu kolektif emperyalizm ve Atlantik İttifakı içerisinde Amerika’yla uyum içerisinde bir şekilde varlığını devam ettirmeye çalışıyordu; ama Çin’in yükselişi karşısında tutunamamaya başladı. Avrupa Birliği yenilikçilik yapamadığını, tek tek ülkelerin dünya rekabet sürecine uyum sağlayamadığını, tutarlı bir sanayi politikası ve Avrupa bütçesinden bunu destekleyecek fonlar bulunmadığını ifade etti. Yani Draghi Raporu diye bizim Makina Mühendisleri Odası’nın yayımladığı Sanayi ve Toplum dergisinde de işlediğimiz bir rapor, Avrupa’nın zaten gerilemekte olduğunu ilan etmişti. Daha sonra Trump geldi, Avrupa’nın güvenlik şemsiyesine katkıda bulunamayacağını söyledi, onun için bu bütçe kısıtları iyice gevşetildi. Yani kısacası, Amerika’yla Çin arasında süren, Trump’ın iyice keskinleştirdiği, önemli bir boyutunu da teknoloji de Çin’in ilerlemesi, aşama yapması, belli alanlarda Amerika’yı zorlaması, hatta geçmesi, Amerika’nın Çin’in önünü kesmeyi baş strateji olarak ilan etmesi, dünyada Amerika’nın başını çektiği bu 7 büyük şirketin dijital teknolojilerin platform üretiminin, bunlara Avrupa’nın ayak uyduramamasından dolayı Avrupa zaten ciddi sorunlar yaşıyordu, bu süreçte de sorunlar yaşamaya devam edecek. Bu dış ticaret savaşları, ticaret savaşları yoğunlaştıkça Avrupa Birliği’nin daha da zorlanacağını göreceğiz.
Evet, sizleri biraz fazla yordum. Ama en azından uzatmalara gitmeyelim, 90 dakikada bitireyim, sizin soru ve yorumlarınıza zaman ayırayım. İlk defa bu kadar uzun bir konuşma olanağı tanındı. O açıdan da Makina Mühendisleri Odası’na bir kez daha teşekkür edeyim. Bu kadar uzun bir konuşma olanağını kendi derslerim dışında hayatta bir daha bulamam herhalde. Umarım çok fazla sıkmadım sizleri. (Alkışlar)
KORAY …- Merhaba hocam. Teşekkür ederim. Sizi ilk defa canlı dinleme şansım oldu. Çok mutlu oldum.
Bu ticaret savaşlarında, Çin-Amerika arasındaki savaşta, bizim için daha faydalı olacağını; bizim için yarı mamul, gelip burada montaj olup buradan tekrar oralara gidebileceği durumlarda bizim için avantaj yaratacağını düşünüyor musunuz?
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Çok kısa olarak, Türkiye’ye zaten böyle bir %10 gümrük vergisi uygulanıyordu, o anlamda diğer ülkelerle eşitlendi. Göreceli olarak Türkiye bu süreçten avantajlı çıkmış gibi görünüyor. Ama olayın şu boyutları da var: Bütün dünyada ticaret savaşlarının dünyada büyümeyi yavaşlatacağı, hatta durgunluğa yol açabileceği konuşuluyor. Böyle bir ortamda, Türkiye zaten kendi büyüme sorunlarını yaşayan, büyük ölçüde büyümesini ihracata yıkmaya çalışan bir ülke için dünyada olumlu bir genel konjonktür olmayacak.
Diğer bir konu şu: Çin’in her ne kadar bu süreçten Trump’ın tahmin ettiği kadar olumsuz etkilenmeyeceğini düşünsem de, Amerika, Çin’in bir numaralı ihracat kapısı. Bu ihracat kapısı kapanınca kendi ürünlerini başka piyasalara daha ucuz fiyata yıkmaya çalışacaktır. Bu, Türkiye gibi ülkeleri iki yönden olumsuz etkileyecek. Bir tanesi, bu yönlü ithalatını artıracak. Mesela bu, elektrikli arabalar için geçerli. İkincisi de, Türkiye’nin kendisinin de ihraç ettiği, Çin ve benzerleriyle rekabet ettiği sektörlerdeki rekabet gücünü azaltacaktır. Yani kısaca cevap vermek gerekirse, ekonomisi büyük ölçüde dış ticarete açık olan açık bir ekonomide böyle bir dünya ekonomisinin yavaşlaması, ticaret savaşlarının yaygınlaşması hiçbir ülkenin lehine olmaz.
İLKER KÜPELİ- MMO Kocaeli Şubesindenim. Öncelikle teşekkür ederiz hocam. Makina Mühendisleri Odası Kocaeli Şubeden katılıyorum. Adım İlker Küpeli.
Affınıza sığınarak soruyorum, çünkü yanlış soru olabilir veya eksik olabilir. Bazı ülkelerin katıldığı BRICS diye bir topluluk var. Buradaki ülkelerden Çin ve Rusya var asıl şey olarak. Trump, Rusya ile anlaşmaya çalışıyor; fakat Çin’le anlaşmak dışında, vergilerin artırımı ve bir ticaret savaşı başlatıyor. Burada nasıl bir çıkar olur ülkemiz adına? Daha emekte yana, halktan yana bir iktidar veya yönetim olduğunu düşünürsek, ülke halkına… Nasıl bir yapılanma olması gerektiğini merak ediyorum gerçekten.
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Güzel bir soru ama bir 90 dakika daha konuşmak gerekir. Çok kısa söyleyeyim. BRICS derken, 5 ülke var; ama bunu genişlettiler. Türkiye de öteden beri burada yer almaya çalışıyor. Türkiye’ye çok fazla yüz vermediler. Türkiye’nin genel olarak çeşitli kartlara oynayan çok güvenilir bir ülke görünmediğini gösteriyor bu. Öteden beri Türkiye Şanghay İşbirliği Örgütü’ne de üye olmaya çalışıyor. Dikkat edilirse oraya da gözlemci ülke olarak aldılar. Yani Türkiye, Rusya’yla önemli bir dış ticaret partneri. Türkiye, Rusya ve Çin’e çok büyük dış ticaret açıkları veriyor; Avrupa Birliği’ne karşı fazla veriyor. Genel olarak Batı’ya karşı fazla veriyor, Çin ve Rusya’ya karşı büyük bir açık veriyor. Orada da büyük bir asimetri var. Onun için Türkiye’yi dışlamaları söz konusu değil ama Türkiye’yi çok fazla içlerine almak, söz sahibi bir ülke yapmak konusunda da istekli değiller. Söyledim, BRICS’in kendi sorunları da var, ama Türkiye orada ilk akla gelecek ülkelerden biriydi. Bu sene ciddi bir genişleme yürüttüler. Mesela Suudi Arabistan’ı almak istediler, kendi istemedi. Sudan’ı dâhil ettiler. Arjantin’i dâhil etmişlerdi, ama kendisi çıktı. Yani bir genişleme politikası var, ama Türkiye istekli olmasına rağmen bu fırsatı tanımadılar.
SUNUCU- Sunumu için Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’na teşekkür ederiz. (Alkışlar)
Değerli katılımcılar; şimdi yemek arası vereceğiz. Yemek arasının ardından programımız “Türkiye Ekonomisi ve Sanayisi” başlıklı oturumla devam edecektir.