SANAYİ KONGRESİ’NE GİDERKEN DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ POLİTİKALARI: TÜRKİYE EKONOMİSİ VE SANAYİSİ OTURUMU

TÜRKİYE EKONOMİSİ-SANAYİSİ
Oturum Yöneticisi: İlter ÇELİK

– Sermayenin İki Programı ve Sanayi: 2020-24 Dönemi Üzerine Bazı Gözlemler -Prof. Dr. Özgür ORHANGAZİ

– Sanayileşme Stratejisinde Eğilimler ve Eşitlik – Doç. Dr. Özge İZDEŞ

– AKP İktidarında Büyüme, İstihdam ve Bölüşüm – Prof. Dr. Murat BİRDAL


SUNUCU- Değerli katılımcılar, Türkiye Ekonomisi ve Sanayisi başlıklı oturumu yönetmek üzere Sayın İlter Çelik’i kürsüye davet ediyorum.
OTURUM YÖNETİCİSİ- Merhaba arkadaşlar. İkinci oturum için hoş geldiniz.
Hayri hocam bize bir sürü şey öğretti, ben bir sürü not aldım; ama onları tekrar bize anlatması lazım! Bir an önce kitapçığın basılmasını bekleyeceğiz.
Sırasıyla sunum yapacak arkadaşları çağıracağım, en sonunda arkadaşları koltuklara alacağız, soruları hep beraber cevaplandıracaklar. Böyle bir yöntem belirledik.
Prof. Dr. Özgür Orhangazi, buyurun.
Prof. Dr. ÖZGÜR ORHANGAZİ- Teşekkür ediyorum.
İyi günler. Herkese merhabalar.
Bugün şöyle bir şey yapmak istiyorum: Türkiye ekonomisinin yapısal çıkmazları ve eğer vakit elverirse de biraz alternatif politika seçenekleri üzerinden konuşmak istiyorum. Sunuşu çok kısaca üç bölümde organize etmeye çalıştım. Önce kabaca bu yapısal sorun ve çıkmazların Türkiye ekonomisinde neler olduğu üzerine konuşup, ondan sonra da hatalı yahut eksik tespit ve değerlendirmeler üzerinde biraz vakit harcayıp diğer tarafa geçmek gibi bir amacım var.
Sadece son dönem değil; ama Türkiye ekonomisine şöyle bir uzun vadeli perspektiften baktığınız zaman, neredeyse düzenli bir şekilde yaşanan ana problemin kronik bir döviz açığı olduğunu görüyorsunuz. Cari açık olarak genellikle gündeme geliyor bu. Cari açık dış ticaret açığını içeriyor. Dış ticaret açığı tarihsel olarak Türkiye’nin sanayileşme sürecine geriden katılması ve bir türlü merkez ülkeleri yakalayamaması yahut sanayileşme stratejisinde başarılı olduğu dönemlerde dahi bu sanayileşmenin halen ithal girdi bağımlılığıyla birlikte gitmesiyle karşı karşıya kaldığımız bir şey. Dolayısıyla tarihsel olarak baktığınızda –ki, son dönemde de doğrudur bu– Türkiye mütemadiyen döviz krizine giren bir ülke –baş sebebi bu olmak üzere– hatta bu büyük döviz krizlerini de neredeyse düzenli bir şekilde yaşayan bir ülke. 50’lerin sonu, 70’lerin sonu, 90’ların sonu, 2010’ların sonu gibi neredeyse 20 senede bir yapısal olarak aynı noktaya geliyor.
Dış ticaret açığının bir anlamı da şu: Eğer siz sürekli olarak dış ticaret açığı veriyorsanız, yani ithalatla çıkan döviz ihracatla giren dövizden daha yüksekse, o aradaki farkı bir şekilde bir yerden buluyor olmanız gerekiyor. Bu da genellikle dış borçlanma yahut yabancı sermayenin burada yaptığı yatırımlarla cari açığın finanse edilmesi diye geçer. O biraz yanlış bir kavramdır, çünkü finanse edilmeyen bir cari açık olamaz zaten; yani önce sermaye girişinin ya da dış borcun alınmış olması lazım ki bu yapılsın. Bu neye yol açıyor? Sizin dış ticaret açığınıza ek olarak mütemadiyen aldığınız dış borçlar yahut dış yatırımlar diyelim, onlara da sürekli bir ödeme yapmanız gerekiyor her sene. Bazı seneler, dış ticaret açığının daraldığı senelerde siz yine cari açık veriyorsunuz; çünkü dış sermayeye yapılan ödemeler hayli yüksek oluyor. Bu, son dönemde artık senelik 10-15, 20 milyar gibi seviyelere kadar çıkmaya başladı.
Döviz dengesizliğinde üçüncü büyük problem –ki, bu tarihsel olarak çok fazla yok, daha ziyade son döneme özgü bir şey– ciddi bir şekilde yurtiçi sermayenin yurtdışına kaçışını görüyoruz. Bazen basına yansıyor; örneğin, “Yurtdışında konut alımları rekor kırdı” vesaire gibisinden. Ama özellikle son birkaç senede Türkiye’nin dış yatırım olarak çektiği miktara çok yakın bir miktarı da yerleşikler yurtdışına çıkarıyorlar. Başka bir deyişle giden döviz, yabancı yatırımcının getirdiği dövizin bir kısmı dış ticaret açığını finanse etmeye gidiyor, önemli bir kısmı da Türkiye’den sermaye kaçışına gidiyor.
Bu çerçeve içerisinde ortaya çıkan önemli bir şey de, Türkiye’deki üretimin genel olarak belli bir katma değer üretiminin üzerine çıkamıyor olmasıyla karşı karşıyayız. Bu da teknik olarak aslında Türkiye’de hem rantiyeci eğilimlerin baskın olmasına neden oluyor hem de bu eğilimler baskın olduğu için öbür taraftaki yatırımları giderek kısıtlayan bir şey. Bu rantiyeci eğilimler de daha ziyade ya devlet üzerinden ya müşterekler diye tabir edebileceğimiz kamuya ait şeylerin talan edilmesi üzerinden –maden, orman vesaire olabilir bu– en nihayetinde de son dönemin şeyi yüksek bir işsizlik oranı ve düşük ücretler olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar resmi işsizlik oranı %8-9’lara kadar inmiş olsa da, geniş işsizlik oranına baktığınız zaman rekor seviyede, %25-30’lara varmış durumda.
Peki, elimizdeki politika çıkmazı ne burada? Elimizdeki politika çıkmazı da esasen uzunca bir süredir iki tane değişkenle bütün bir ekonomiyi idare etme çabası diyebileceğimiz şey, bunlar da faiz ve döviz kuru. Faiz ve döviz kıskacı olarak tabir ettiğim şey de, ya siz faizi yüksek tutmak zorunda kalıyorsunuz ki, bu da kuru bir şekilde stabilize etse de ihracat ve finansman meselelerine yol açıyor yahut faizi düşürüp kuru salıyorsunuz, başka meselelere yol açıyor. Bunun ortası bulunabilecek bir şey değil, bu iki değişkenle bunu yapmaya çalıştığınız sürece ortası bulunabilecek bir şey değil. En nihayetinde baktığımız zaman, son 20-25 senenin temel problemi de belki herhangi bir alanda somut, hedefleri belli, mekanizmaları belli, herhangi bir plan veya programın, bu sanayi politikası açısından da, tarım politikası açısından da bu geçerli…
Elimizdeki çerçeve buyken, Nebati ve Şimşek dönemlerine şöyle bir kısaca bakarsak, aslına bakarsanız, Nebati döneminde bütün o tantanaya efendim, “Bunlar ekonomiyi biliyor, bilmiyor” tantanasına rağmen çok bilinçli, çok net, çok açık bir ekonomi programı uygulandı, yine iki değişkenle uygulandı; ama faizleri düşürüp kurun yukarı gitmesine izin vermek, sonrasında onu kontrol etmeye çalışmak ve yüksek enflasyon. Nebati’nin kendisi de açık açık “Biz enflasyonla büyümeyi tercih ettik” ifadelerini birkaç konuşmasında kullandı. Ne işe yarıyordu bu politika çerçevesi? Birincisi, reel ücretleri düşürmek, yani nominal ücretleri, kimsenin aldığı maaşı, ücreti gidip de düşüremezsiniz, herkes direnir buna. Sen 10 bin lira alıyorsan, “Seneye sana 7 bin lira vereceğim” diye bir şey yok. İktisatta bu, “Fiyatların katılığı” diye geçer. Ücretleri nasıl düşürürsünüz? Ücretleri enflasyonla düşürebilirsiniz. Ama daha önemlisi, birikmiş kazanımları eritmek için de çok faydalı bir yöntemdir enflasyon. Kıdem tazminatı olsun, emekli aylıkları olsun vesaire. Nihayetinde reel ücretleri düşürmek de kârlılığı artırmak anlamına gelecek. Buradaki ana nokta da, hem finansman hem kur üzerinden sermaye birikimini canlandırma çabası olarak düşünebiliriz.
Her ne kadar Şimşek ve Nebati programları böyle taban tabana zıt programlar gibi görünüyor olsa da, esasında farklı olan tek şey belki faizin yerleştiği seviye; Nebati döneminde daha düşük, Şimşek döneminde daha yüksek faiz. Ama kurun seviyesini kontrol etme çabası devam ediyor ve bütün söylemlere rağmen de yüksek enflasyon halen devam ediyor. Bu değişkenler açısından baktığınız zaman, Nebati programının birinci ve ikinci unsuru hemen hemen aynı şekilde devam ediyor. Birinci program enflasyonla reel ücretleri indirme üzerine kuruluydu; ikinci program enflasyonla mücadeleyi bahane ederek reel ücretleri belli bir seviyede tutma şeyiydi. Kârlılığı artırmada belki bir farklılık var, çünkü bu sefer uluslararası finansa da bir kârlılık sağlamak zorundasınız. Çünkü gidip gidip döviz dengesizliğinin sınırlarına vuruyorsunuz, ondan ötürü buraya yeniden geliyorsunuz.
Birkaç grafik göstermek istiyorum. Şu kitapta yayınlanan makalede Aziz hocaya armağan olarak çıkan Türkiye Ekonomisinin Serencamı kitabındaki çalışmamdan birkaç tane grafik göstermek istiyorum. Bu cari dengeyle mal ve hizmet dengesini, yani dış ticaret dengesini gösteriyor, diğeri cari dengeyi. Cari dengenin dış ticaret dengesinden daha derinde olması az evvel anlattığım şey, yani dış sermayeye yapılan ödemelerin aslında daha yüksek olduğunu gösteriyor. Belli senelerde, 2021’de mesela dış ticaret dengesi artıya geçtiği halde cari dengenin ekside kalması da esasen bu aradaki fark dış sermayeye yapılan ödemelerden kaynaklanıyor. Yani şöyle bir şeyin içine girmiş durumdasınız: Döviz dengesini sağlamak için sürekli dış sermaye çekmek zorundasınız; fakat sürekli dış sermaye çektikçe de bir sonraki dönemki cari açığınızı artırıyorsunuz, daha fazla dövize ihtiyacınız oluyor.

Bu da reel ücretleri düşürmenin ne anlama geldiğini gösteriyor. 2018-19, 21’den 22’ye olan şey yurtiçi toplam üretilen gelir içerisinde işgücü ödemelerinin oranını gösteriyor. Muazzam sertlikte bir düşüş görüyorsunuz. Bu arada, Türkiye’de bu oran zaten diğer ülkelere kıyasla hep düşük, yani bu %30’lar falan epey düşük oranlar. Bu oranlarda çok sert bir düşüş var. Öyle bir şey ki bu, Korkut Boratav’ın “Bölüşüm şoku” olarak tabir ettiği ve esasında benzer, bu büyüklükte bir şoku sadece 1980’de gördüğümüz büyüklükte bir şok. Sonrasında bir yükseliş var gibi görüyorsunuz haliyle. Yalnız, bunun da önemli bir kısmı ücretlerden kaynaklanmıyor, EYT’yle erken emeklilik kazananların tazminatlarını vesaire alması da işgücü ödemesi olarak kaydedildiği için oradan kaynaklanıyor. Onu başka bir yerde hesaplamaya çalışıyorum; ama onu hesaplayıp çıkarırsanız, bu düşüşün çok fazla dönmediğini görüyorsunuz. TÜİK’in bir tahmini var, ona göre şey yapabilirsiniz. Fakat sermaye açısından bakarsanız, bu gayri safi sabit sermaye oluşumu diye geçen şey sermaye birikimi ya da net yatırımlar diyebiliriz. 2020-21 sonrası burada da önemli bir yükseliş görüyorsunuz. Çok iyi bildiğiniz gibi, Türkiye’de yatırım dediğimiz zaman, yani sanayi yatırımı vesaire dediğimiz zaman, aslında bunu daha ziyade ithal makine teçhizat olarak görürsünüz.

Şu da makine teçhizat ithalatında 2021-22-23’teki artışı gösteriyor. Tabii, hammadde de var bunun içinde. Yani iki şekilde hem faizleri düşük tutuyorsunuz, dolayısıyla borçlanabiliyor şirketler hem kuru kontrollü tutuyorsunuz ve makine teçhizat ithal etmesini sağlayabiliyorsunuz. Her türlü şeyle bakabilirsiniz; faiz giderlerinin satışlara oranı, net kârların oranı, faaliyet giderlerinin oranı gibi çeşitli hesaplar yapabilirsiniz. Hangi hesabı yaparsanız yapın, kârlılıktaki artış önceki senelere kıyasla çok net, finansman maliyetindeki azalış çok net, aynı zamanda da faaliyet giderlerindeki düşüş de çok net.

Çok net bir resim görebiliyorsunuz; yani Nebati dönemine baktığınız zaman, politika çerçevesine baktığınız zaman, net bir şekilde genel olarak emek ücretlerini vesaireyi bastıran; ama bunun yanında şirketler kesimi için hem kârlılığı artıran, aynı zamanda da borçluluğunu azaltan, yatırımlarını artıran somut bir politika tercihiyle karşı karşıyayız.
Şu da çok karmaşık bir şey gibi gözükebilir, makalede var, döviz giriş ve çıkışlarını hesapladığımız tablo. Bu döviz girişlerini veriyor, bir sonraki döviz çıkışlarını veriyor. Yerleşiklerin yurtdışı yatırımları diye ödemeler dengesinde görünen şey benim sermaye çıkışı olarak bahsettiğim şey. Bakarsanız, sürekli bir sermaye çıkışı var ama son dönemde bunun ciddi bir şekilde daha yüksek seviyelere geldiğini görüyorsunuz. Toplam çok önemli değil, ama bir önceki grafikle birlikte bakarsanız, bu dönemde giren dövizin –bunların hepsi piyasa fiyatında, yani herhangi bir düzeltme yapmadım– 1 trilyon dolara kadar yaklaştığını ve hemen hemen hepsinin de zaten bu dönemde çıktığını görüyorsunuz. Dolayısıyla o döviz dengesinin sağlanmasında aslında yurtdışına sermaye kaçışı bu kadar yüksek olmasa, belki bu kadar çok dış sermaye girişine zaten ihtiyacımızın olmayacağı bir resimden söz edebiliriz.

Hatalı tespit ve değerlendirmeler dediğim şey, kamuoyunda genellikle –iktisatçılar arasında çok yaygındı– birincisi, irrasyonel politikalar olarak tabir edildi bu dönem. Niye oldu? “Ekonomi biliminden sapıldı, ekonomi biliminin gereklerinden sapıldı” falan gibi bir argüman. Zaten Şimşek göreve geldiğinde de rasyonel politikalara dönüş gibi bir şeyden bahsedildi. Burada rasyonaliteyi kimin açısından baktığınıza bağlı olarak birinci dönemi de gayet rasyonel politikalar olarak adlandırabilirsiniz.
İkincisi, liyakatsizlik, doğru kadroların olmaması, “Bilmiyorlar” söylemiydi. Bilmeden yapıyorlarsa bu kadarını, bilip yapsalar daha korkuncunu yapacakları ortada gibi.
Üçüncüsü, hâlâ çok popüler bir argüman, “Demokrasi aşındı, kurumlar aşındı. Demokrasi geri gelirse yabancı sermaye de gelir, ekonomi toparlar” gibi bir argüman. Bu da tek yönlü bir nedenselliğe dayanıyor. “Demokrasi niye aşındı? Belki de ekonominin bu durumda olmasının demokrasinin aşınmasına etkisi yahut reel ücretleri demokrasinin olduğu bir ekonomide bu kadar rahat, bu kadar hızlı bir şeklinde bastırabilir miydiniz?” sorularına çok yanıt vermiyor.
Bir dördüncü açıklama da, finansman kısıtlarına sahip, borçlanmakta güçlük çeken küçük ve orta boylu firmaların bu dönemde politik olarak güç kazandıkları ve onların yaptırdığı üzerine; ama o argüman da, verilere baktığınız zaman, esas kazananın yine çok büyük sermaye olduğunu burada da görüyorsunuz. Ama eğer buradan ilerlerseniz, yani bu tespit ve değerlendirmelerden ilerlerseniz, sunacağınız politika çerçevesi de çok parlak bir politika çerçevesi olmuyor; “Faizleri artıralım, kamu harcamalarını düşürelim.” Standart, ortodoks ya da neoliberal çerçeve diyebileceğimiz bir çerçeve. Bunun arkasındaki mantık çok düz ve basit bir mantıktır. Faizleri yeterince artırırsanız, kamu harcamalarını yeterince düşürürseniz, ekonomiyi büyük bir resesyona sokarsınız, birçok şirket batar, işsizlik artar, dolayısıyla insanlar satın alamayacağı firmalar yatırım yapamayacağı için talep artar, toplam talep düştüğü zaman da yurtdışından ithalatınız azalır, kur dengeye gelir, fiyat artışları yavaşlar gibi dümdüz bir şey çıkıyor; ama tabii ki, az evvel sunduğum grafiklerdeki o döviz dengesini falan hesap etmeyen çok standart bir argüman bu.
Diğeri daha kurumsalcı bir çerçeve, ama o da özünde neoliberal bir politika önerisi. O da kendini getirip yapısal reformlara bağlayan, işgücü piyasalarını daha esnekleştirme, emeklilik sistemini daha da aşındırma yahut tamamen ortadan kaldırma, bireysel emekliliğe çevirme vesaire gibi. Üçüncüsü de benim biraz yamalı bohça olarak nitelendirdiğim, parça parça politika önerileri çıkıyor, KKM üzerinden tartışılıyor, daha değişik şeyler üzerinden.
İktisat politikası açısından belki en büyük sorun, bütünlüklü, tutarlı bir alternatif ekonomi çerçevesinin ortaya çıkmamış olmasından da kaynaklanıyor. Yani domine eden, egemen olan fikirler hem genel olarak toplumda –zaten iktisatçılar arasında öyle– ve yer yer kendisini solda konumlandıranlar arasında da genel olarak egemen olan görüş açısı buydu. Emin Bey’in kamusallığa yaptığı vurgu üzerinden düşünürsek meseleyi, buna dair düzgün bir politika çerçevesinin elimizde olmadığı, geliştirilmediği ya da buna kafa yormadığımız kanaatindeyim. Böyle bir politika çerçevesinin de dört unsuru olması gerekiyor. Aslına bakarsanız, ilk üç unsur çok evrensel şeyler.
Artık şunu biliyoruz, Türkiye’de neoliberal politikalara geçileli 45 sene oldu. Hayri hoca, sabah “Dünyada neoliberalizmin artık sonu mu geliyor” sorusunu karşımıza koymuştu. Özünde neoliberalizm dediğimiz şey, tüm üretim ve bölüşüm ilişkilerinin piyasaya bırakılması. Bunun sağlıklı bir sonuç vermediği, buna karşı üretim ve bölüşüm ilişkilerinin toplumun ihtiyaçları yönünde nasıl organize edilmesi gerektiğini gündem maddesi olarak koymamız gerekiyor.
İkincisi, başta kamusal mal ve hizmetlerin üretimi olmak üzere, özellikle de tekel özelliği taşıyan sanayilerde, alanlarda kritik üretim araçlarının mülkiyetinin kamuya ait olması gerekliliği. Demin dedim ya, liyakat, ekonomi bilimi vesaire, ekonomi bilimi denilen şeyin bütün teorileri de aynı şeyi söylüyor zaten. Yani ekonomi bilimi, neo-klasik ekonomi bilimi de, “Kamu mallarını özel piyasanın üretimine bırakırsanız –eğitimi, sağlığı vesaireyi– bu mallardan yeterince üretmez piyasa ve pahalıya patlar”ı zaten hangi ekolden geldiğinizden bağımsız olarak iktisat teorisinin kendisi de söylüyor.
Üçüncüsü, biraz daha belki önemli olan şey, artık Türkiye’de kamu, kamuculuk, kamusallık vesaire dediğimiz zaman, belki de aynı şeyi duymuyor herkes. Çünkü bugün kamulaştırma dediğimiz zaman aklımıza gelen şey devletin gelip malınızı alması. Hele “acil kamulaştırma” dediğiniz zaman, iktidarın kullandığı bir araç haline gelmiş durumda. Burada biraz daha dikkatli olmak lazım. Yani burada eğer kamusalcı politikaları savunacaksak, katılımcı planlama ve denetleme mekanizmalarının nasıl ortaya çıkması gerektiğini de tartışmamız gerekiyor. TMMOB bu konuda zaten çok deneyimli bir örgüt olmakla birlikte, bir ve ikiyi üçten ayırarak sunma şansımız kalmadı. Eğer bu çerçeveyi geliştirmek istiyorsak, Türkiye ekonomisi için dış dünyayla eklemlenme biçimlerini ciddi bir şekilde sorun eden; yani ithalat bağımlığı vesaire gibi etkenlerle birlikte dış sermayeye olan bağımlılık, artı içerideki sermayenin sürekli dışarıya kaçması gibi meseleleri de mesele eden bir çerçeve üzerinden düşünmemiz gerekiyor.
Bu ne anlama geliyor? Buradan şuna gidebiliriz: Adım adım aslında kamu tarafından üretilmesi gereken kamusal malların neler olduğu ve bunların neden ve nasıl kamu tarafından üretilmesi gerektiğinin çalışılması gerekiyor. Bu, ne anlama geliyor? Burada belli şeyler var; eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, gıdaya erişim, bakım vesaire gibi çok temel ve insani ihtiyaçların söz konusu olduğu grup var; bir de doğal tekel diye tabir ettiğimiz, zaten rekabetin olmayacağı; elektrik, su, doğalgaz, telekom gibi şeylerin kamu tarafından üretilmesinin fiyatları düşüreceği, ekonomik etkinliği artıracağı bir ortam yaratacağı açıktır. Burada vurgum aynı. Burada iki nokta var; bir, ihtiyaçları gözetme meselesi var; yani üretimi organize ederken, esas meselenin ihtiyaçları gözetme özelliği. Ama bunu kamusal olarak yaptığınız zaman, zaten ölçek ekonomilerinden ötürü bu kamusal mallarda kaçınılmaz olarak iktisadi etkinliği de artıracaksınız. İkincisi de katılımcı planlama ve denetleme mekanizmaları dediğim şeyler. Bunlar bir yandan etkinliği artıracak; çünkü yolsuzluğu vesaireyi engellemek demek, aslında kaynakların daha doğru ve daha verimli kullanılması anlamına da gelecek. Buna iki şey daha eklemek istiyorum; burada Aziz hocanın alanına giriyorum ama maliye politikası ve kamu bütçesi. Burada da aslında “Bütçede neye, ne kadar harcanıyor; ona mı bu kadar harcanıyor, buna mı?”sorusundan ziyade, “Bizim bütçe önceliklerimiz neler olmalı?” sorusunu sormak ve belki bunu politika olarak gündemleştirmek gerekiyor. Burada da stratejik yatırımların, özellikle birinci bölümdeki o toplumun ihtiyaçlarına dair yatırımlarla dış ticaret açığını ve dışa bağımlılığı hafifletmeyi hedefleyen stratejik yatırımların –buna isterseniz konut, barınma, yenilenebilir enerjiler vesaire gibi bir dizi şeyi de katabilirsiniz– aslında maliye politikasının ana hatları olarak savunulması gerekiyor. Aynı şeyi para politikası için de söyleyebilirsiniz. Bu kısır, “Faiz 3 mü olsun, 5 mi olsun? Kur şu kadar mı artsın, bu kadar mı artsın?” sorusundan ziyade, para politikasının –burada para politikasından kastımız esasen kredi politikaları– kredi politikalarının nasıl bu amaçları destekleyecek şekilde dizayn edilebileceği üzerine. Çünkü bu da çok zor bir şey değil aslında. Başta söylediğim gibi, tek bir değişkenle ya da iki değişkenle faiz oranı ve döviz kuru değişkenleriyle yapmaktan ziyade, somut, hedefli kredi politikalarını geliştirmenin mümkün olduğu kanaatindeyim.
Çok teşekkür ediyorum dinlediğiniz için. (Alkışlar)


OTURUM YÖNETİCİSİ- Özgür hocamın önce emeğine sağlık, sonra da diline sağlık.
Özge İzdeş hocamı kürsüye rica ediyorum.
Doç. Dr. ÖZGE İZDEŞ- Hepiniz hoş geldiniz.
Sunumum, yürüttüğümüz tartışmalara eşitlik perspektifinden bakmayı hedefliyor, toplumsal cinsiyet eşitliğine odaklanacağım. Türkiye’de uygulanan —ve genel olarak sanayileşme stratejileri kapsamında ele alınabilecek— makroekonomik politikaların toplumsal cinsiyet eşitliği açısından nasıl sonuçlar doğurduğunu inceleyen bir değerlendirme ve tartışma sunacağım.
Sabah oturumunda ne yazık ki aranızda yoktum. Sabah saatlerinde dersim vardı, o yüzden katılamadım. Özür diliyorum hocamdan, dinlemeyi çok isterdim. Kuşkusuz, sabahki oturumda tatminkâr bir tartışma yürüttünüz. Küresel gelişmeleri takip etmekte güçlük yaşadığımız, çok hızlı bir değişim içinde olan gündemi takip etmeye çalıştığımız bir dönemden geçiyoruz. Şunu biliyoruz: Kendimi de dâhil ederek söylüyorum, ana akım iktisat yaklaşımından farklı düşünen —yani ekonomiyi neo-klasik ya da liberal iktisat okulunun perspektifinden okumayan— iktisatçılar olarak, uzun yıllardır ticaretin küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler açısından ne anlama geldiğini hem teorik hem de ampirik düzeyde tartışıyoruz ve ortaya koyuyoruz. Uluslararası ticarete dayalı bir sanayileşme stratejisinin benimsendiği, 80’den beri egemen olan küresel entegrasyon etrafında şekillenen dünya ekonomisinde biriktirdiğimiz deneyim neydi? Tüm ülkeler ticaretten eşit şekilde fayda sağlayamıyor. “Ticaretten herkes kazanır, bu sıfır toplamlı bir oyun değildir” söyleminin aksi defaatle hem teorik hem de ampirik olarak kanıtlandı. “Teorik olarak bunu ortaya koyan hangi okullardı?” diyeceksiniz. Yapısalcı okul, Bağımlılık okulu. Ne diyorlardı? “Serbest ticaret eşit fırsatlar sunmaz, mevcut olan küresel güç dengelerini pekiştirir” diyorlardı. Marksist ya da Neo-Marksist teoriyle baktığımızda, emperyalizm ve sömürü kavramları üzerinden ticaret ilişkilerini konuşuyorduk.
Ticaret nötr bir süreç değil ve sonuçları illaki kalkınmacı, pozitif ve ortalama refahı yükselten bir sanayileşme stratejisiyle beraber gelmiyor. Ama hâkim ana akım iktisadın söylediği şey neydi; “Ticaret, ticaretin iki tarafına da kazandırır”dı. Şimdi artık bu argüman çöpe atılıyor, hem de “ekonomik liberalizm”in, “uluslararası rekabet” söyleminin savunucusu olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bizzat kendisi tarafından. JD Vance diyor ki, “Bizim küreselleşmeden beklentimiz zengin ülkelerin bu küresel üretim zincirlerinin üst kademelerinde yer almaları ve yüksek kârlılıkla üretim yapmaları, yoksul ülkelerin de bu zincirin daha alt kısımlarında yer almasıydı.” Bu üretim hiyerarşisi, işbölümü, bu şekilde korunsun isteniyordu. Bu işbölümünde bir değişiklik öngörülmüyordu. Ama sürecin sonunda Amerika Birleşik Devletleri sürekli dış ticaret açığı veren bir ülke konumuna kendisi düşünce, “Madem öyle, bu oyunu artık oynamak istemiyorum” dediği bir zamanı yaşıyoruz. Elbette burada ABD içinde sınıfsal çıkar farklılıklarının sonucunda ortaya çıkan bir durumdan söz ediyoruz.
Girişte bunlardan biraz bahsediyorum; çünkü sanayileşme, kalkınma stratejileri ve bunların eşitsiz sonuçları açısından baktığımızda, uygulanan sanayi ve ticaret politikası ülkelerarası eşitsizliklerin yanı sıra ülke içindeki eşitsizliklerle de yakından ilişkili. Mesela Amerika Birleşik Devletleri bunu söylerken ve dünya ekonomik düzeninde yeni bir dönemi konuşmamıza neden olurken, söylem düzeyinde bile artık “Ticaret herkes için kazanç getirir” söylemi bir kenara bırakılırken, “Birleşmiş Milletler ne diyor?” diye baktım, sizinle de paylaşmak istiyorum. Mesela UNCTAD son dönem web sayfasındaki konuya ilişkin açıklamalarında, yayınlarında halihazırdaki küresel üretim zincirinde zaten düşük gelirli ülkelerin ödediği vergi tarifelerinin gelişmiş ülkelerin ödediği vergi tarifelerinin katbekat üstünde olduğunu; liberalleşmiş ekonomik düzende dâhi, 2023 yılında durumun böyle olduğunu ve bu vergileme sisteminin bu yapıyı koruyan bir engel yarattığını anlatıyor. UNCTAD, Birleşmiş Milletler (BM) kurumları içinde daha progresif olanlarından biri olarak on yıllardır ticaret ve ülkelerin kalkınma düzeyleri arasındaki eşitsizliğin sonuçlarını tartışan, mevcut dengesizlikler içinde şekillenen serbest ticaretin ülkeler arasında ve ülkelerin içinde yarattığı eşitsizlikleri ortaya koyan bir uluslararası kurum. Ayrıca yayınlarında uluslararası ticaretin ülkelerin kalkınma politikalarının bir parçası olarak tasarlanması için politika önerilerini rekabet eşitsizliklerini ortadan kaldırmak üzere yapılması gerekenleri uzun yıllardır tartışıyor. Son dönemde ise şunu demeye başladıklarını görüyoruz ve bence bu, acıklı güldürü dediğimiz türden bir şey. UNCTAD yeni dönemin olası sonuçlarını ve daha güçsüz ekonomiler için yaratacağı tehlikeleri öngörerek eski paradigmanın hoyratça değişmesine engel olma eğiliminde gibi. Ticaretin kalkınmanın aracı olarak tasarlanmasını savunmak adına bu süreçte “Amerika’nın ticaret açığının %90’ını sadece 10 ülke oluşturuyor. Geriye kalan, onunla ticaret yapan 200 ülkenin 190’ı marjinal bir katkı sunuyor. Ama bundan zarar görecek olan en çok da gelişmekte olan ülkeler, azgelişmiş ülkeler, yoksul ülkeler ve onların içindeki daha kırılgan kesimler olacak” diyor.
Marksist teori açısından baktığımızda ticaret aslında emeğin ucuz olduğu yerlerde sömürüyü artırır ve kârlar gelişmiş ülkelere akar. Tabii, burada yerli burjuvaziyle bir işbirliği yapılır, ulusal politikaların bunun etrafında şekillenmesi sağlanır, bu eğilimlerin önünü kesmeyecek şekilde gelişmesi sağlanır, sendikaların önü kesilir vesaire; yani bu anlamda kamu gücü de bu süreci kolaylaştırıcı olarak kullanılır. Hem sınıflar arası hem de ülkeler arası eşitsizliklerin şekillendirdiği ticaret dinamiklerini ve sonuçlarını görürüz.
Benim sunumumun merkezini ise, söylediğim üzere, sanayileşme ve ticaret stratejilerinin toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle ilişkisi oluşturuyor. Toplumun hangi kesiminde yer aldığınıza bağlı olarak, sınıfsal olarak ya da yatay eşitsizlikler açısından baktığımızda, sosyal hiyerarşiler açısından baktığımızda –ki, cinsiyet eşitsizliği de bunlardan biri– uygulanan herhangi bir ekonomi politikasına ne kadar dâhil olabileceğiniz, bunun neresinde durabileceğiniz ve sonunda bundan ne kadar pay alabileceğiniz, durduğunuz yere göre şekilleniyor. Dolayısıyla üstlendiğimiz roller, sosyal hiyerarşideki konumumuz, kaynaklara ve gelire erişimimizi farklılaştırıyor. Bu açıdan, uygulanan hiçbir ekonomi politikası, makro ekonomi politikalar da –buna sanayi politikası da dâhil, maliye politikası da dâhil, para politikası da dâhil–cinsiyet açısından nötr süreçlerle işlemiyor ve tarafsız sonuçlar yaratmıyor. Yatay bir analitik kategori olarak cinsiyet eşitsizliğini fark ederek politika bir sanayi politikası kurduğunuz zaman, mevcut eşitsizliklere yapısal dönüştürücü müdahalelerde bulunma şansınız var. Mevcut eşitsizlik dinamiklerini göz ardı ederek bir politika kurmaya kalktığınız zaman ise en azından onları koruma, devam ettirme, belki de daha ağırlaştırma riski mevcut. Dolayısıyla, daha eşitlikçi sonuçlar için, toplumsal normlar ve güç ilişkilerini de dikkate alarak bir politika çerçevesinin kurulması, tasarlanan politikanın hane içindeki toplam çalışma saatlerini (ücretli piyasa için çalışma ve ücretsiz hane içindeki bakım emeğini), bu çalışmanın hane bireyleri arasında dağılımını, bunun piyasaya üreten ve tüketen olarak katılımı nasıl değiştirdiğini dikkate almayı gerektiriyor. Böylelikle hayata geçen politikanın bütünlüklü olarak gelir dağılımı ve refah sonuçlarını gerçek anlamda görebiliriz.
Gelişmekte olan ülkelerin son 50 yıllık deneyimine sanayileşme/dış ticaret stratejileri açısından baktığımızda, tabii ki her ülkenin kendi özgül koşullarına göre şekillenmiş olan bir hattı var; ama çok kaba bir tarifle, politika ana hatları üzerinden stratejiler tanımlayacak olursak, temelde ortak hatlar-yollar tanımlamak ve bunların cinsiyet eşitliği açısından kısa ve uzun vadeli sonuçlarını tarif etmek mümkün.
Bunlardan ilkini tam teslimiyetçi bir liberalleşme politikasının uygulandığı ihracata dayalı sanayileşmede düşük yol olarak tarif edebiliriz. Türkiye’deki ihracata dayalı sanayileşme stratejisiyle 1980 sonrasında uygulanan neoliberal politikalarda bunun bir örneği. Birinci yolda neyi görüyoruz? İhracata dayalı sanayileşmenin hızla serbestleşme olarak yaşandığını, o ülkenin kendi özgül ihtiyaçlarına uygun politikaların uzun dönemli bir sanayileşme stratejisi olarak tasarlanmadığını görüyoruz. Politika tercihlerini stratejik bir bütünlükle kurma ve serbestleşme sürecinde ihtiyaçları doğrultusunda belli şartlar getirme gibi kendine özgü bir çerçeveyi yaratma açısından ülkelerin çok fazla söz söylemediği bir politika çerçevesi bu. Gelişmekte olan, ya da az gelişmiş ülkeler dünya ekonomisine nereden ekleniyor; düşük maliyetle üretim yaparak rekabet etmeyi hedefleyerek ekleniyor ve sonunda da küresel üretim zincirinin aşağı kademelerine sıkışmış olarak kalıyor. Bu birinci yol.
Bu stratejiyi benimseyen ülkelerin politika çerçevelerinde cinsiyet eşitliğini arttırmak gibi bir hedefleri yoktu, ama bu uygulanan politikalar kaçınılmaz olarak mevcut eşitsizlikler zemini üzerinde hayata geçti. Ticaretin serbestleşmesiyle birlikte, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, uluslararası rekabetin, fiyat rekabeti ve düşük maliyetle üretim üzerinden ve özellikle de düşük ücret üzerinden yapılmasının hem hane geliri hem de istihdamın cinsiyet açısından dağılımı açısından sonuçları olduğunu gördüğümüz yaklaşık 50 yıllık deneyim mevcut. Küreselleşme süreci birçok gelişmekte olan ülke için ucuz kadın işgücü üzerinden rekabet etmek anlamına geldi, bir anlamda cinsiyet eşitsizliği büyümenin aracı oldu. İhracat sektörlerinde ucuz ve örgütsüz işgücü olarak kadın işgücüne talep artarken, kadınların işgücü arzı da dönüşümün yarattığı ekonomik zorun onları piyasaya itmesiyle arttı. Zira dışa dönük büyüme modeline geçiş sürecinde yaşanan yapısal dönüşümün etkisiyle artan işsizlik, ücretlerde aşağı yönlü baskı ve sosyal harcamalarda kesinti hane gelirini azalttı; ve kadınlar, hane gelir kaybını telafi için işgücüne katıldı. Buna literatürde ek işçi hipotezi (added worker effect) denmekte. Bu süreç, ihracata dönük üretim yapan sektörlerde işgücünün kadınlaşması (feminisation of labour force) ile sonuçlanmış, ancak bu artış her zaman daha iyi çalışma koşulları anlamına gelmemiştir. İhracat sektörlerindeki işler, yerel pazara göre görece yüksek ücretli olsa da genellikle kısa vadeli, düşük ücretli, güvencesiz, uzun ve esnek çalışma saatlerine sahip işlerdir. Kadın istihdamı artar fakat iş koşulları kötüleşir, sektörler çeşitlenmez, cinsiyet ücret farkı devam eder.
Tam liberalleşme ve stratejik sanayileşmeden yoksun düşük-yol stratejisi izleyen ülkelerde üretim, uzun vadede de düşük maliyetli sektörlere sıkışır. Uzun dönemde de işgücü maliyeti üzerinden rekabet devam ettiği sürece işçilerin pazarlık gücü azalır ve bu aşağıya doğru yarışta çalışanların gittikçe daha iyi değil daha güvencesiz ve eğreti koşullarda çalışması anlamına gelir. Sermayenin küresel hareketliliği, ücret artışı taleplerinin karşısındaki tehdit unsuru haline gelir; yatırım kaybı korkusu belirleyici olur. Böylece, kadınlar kısa vadede düşük ücretli işlere katılırken uzun vadede iş ve yaşam koşullarında iyileşme göremez.
Ticari liberalleşme ve neoliberal politikaların cinsiyet etkileri sadece ücretli emekle sınırlı değildi. Kamu harcamalarının kısılması, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimdeki kısıtlılık, özellikle kız çocuklarını ve kadınları olumsuz etkiler ve kadınların ücretsiz bakım yükünü artırır. Bu süreç aslında kadınların emeğinin ve zamanının üzerinde çifte baskı yarattı. Bir gün hâlâ 24 saatken, artık o 24 saat içinde hayatta kalacak geliri toplamak ve hane ihtiyaçlarını ücretli ve ücretsiz emek saatlerini arttırarak karşılamak çok daha güç hale geldi. Geleneksel evin ekmeğini erkeğin getirdiğini varsayan cinsiyetçi işbölümü modeline dayalı sosyal politikalar, kadınların istihdam-ücretsiz emek dengesini zorlaştırırken, zamanları üzerinde artan çifte baskı yüküyle kadınları başbaşa bırakarak hem kadınların hem de çocuk refahını düşürmüştür. Son 50 yıldır dışa dönük büyüme modeli uygulayan gelişmekte olan ülkelerde bu politikaların cinsiyet eşitliği açısından sonuçlarına baktığımızda çok boyutlu etkileri olduğunu görüyoruz. Bu deneyim birikimi kalkınma literatüründe hem ülke örnekleriyle hem de teorik olarak zengin bir yazın yarattı.
Özetle, son 50 yılda dışa dönük büyüme modeli uygulayan birçok gelişmekte olan ülkede, kadınlar ihracat sektörlerinde kitlesel şekilde istihdam edildi. Ama bu işler genelde düşük katma değerli, düşük ücretli ve güvencesizdi. Kısa vadede belki o ülke koşullarına göre biraz daha iyi ücret getirdi ama uzun vadede ilerleme fırsatı sunmadı. Üstelik ücretsiz bakım yükü de hafiflemedi, hatta sosyal harcamalar kısıldığı için daha da arttı. Bu yüzden, bu yol kadınların istihdama katılımını artırmış olsa bile cinsiyet eşitliği açısından önemli bir kazanım getirmedi.
İkinci ihtimal-strateji-yol nedir? İkinci ihtimal ise, bu anlamda belki Asya ülkelerini örnek gösterebileceğimiz, 60-70’lerde Kore ve Tayvan gibi ülkeleri, Doğu Asya’yı örnek olarak düşünebileceğimiz devlet rehberliğinde sanayileşme stratejisi. Bu ülkeler sanayileşme adına daha başarılı bir strateji uyguladılar. Ne yaptılar? Bunlar ithal ikameci ve ihracata dayalı sanayileşme modellerini kendi politika ihtiyaçları çerçevesinde devlet güdümlü bir sanayileşme planıyla bir arada stratejik olarak kullanarak ilerlediler. Özellikle cinsiyet eşitsizliğinin bu ülkelerde büyümenin aracı haline geldiğini görüyoruz. Düşük ücretli kadın emeği sayesinde hafif imalat sanayi sektörlerinde, özellikle 60’larda 70’lerde, küresel ekonomide yüksek bir katma değer elde edebildiler, ticaret fazlası elde edebildiler, bunu yüksek katma değerli ürünlerin finansmanında kullandılar ve sanayileşmede ilerlediler. Bu ülkelerde şunu gözlemleyebildik: Kalkınmayı nispeten başardılar, kalkınmanın ileri aşamalarına geçilmesiyle eğitimde, sağlıkta ilerleme oldu, eğitimde ve sağlıkta cinsiyet eşitliğine ilişkin ilerlemeler de oldu. Ama kadınların kalkınmanın ileri aşamalarında düşük katma değerli ürünlerin istihdamından yüksek katma değerli ürünlerin istihdamına sıçrayamadığını gördük. Buradaki süreçte, ilk etapta işgücünü feminizasyonu diye tarif edilen kadınların istihdamındaki artışın daha sonrasında işgücünün defeminizasyonuna dönüştüğünü; sanayileşmeyle birlikte kadınların azalan, ama daha nitelikli ve daha iyi istihdam koşullarındaki işlerin dışına itildiğini gördük. Özetle, başta ucuz kadın emeğiyle kazanılan ihracat geliriyle finanse edilen sanayileşme, ilerleyen aşamalarda teknoloji yükseldikçe erkek egemen hale gelmiş, kadınlar yüksek katma değerli ürünlerin üretimi sürecinde yaratılan iyi işlerden dışlanmıştır. Kadınların istihdam oranı düşmüş, eğitimde ilerleme olsa da ücret eşitsizliği devam etmiştir. Üstelik bakım hizmetlerinin yükü aileye ve kadınlara bırakılmıştır.
Dolayısıyla sanayileşme, eğer bir hedef olarak koymazsanız, kendiliğinden istihdamda cinsiyet eşitliğini ve genel olarak cinsiyet eşitliğini getirecek diye bir şey yok. Bu nedenle cinsiyet eşitliğinin, kalkınma stratejilerinin merkezine yerleştirilmesi gerekli. Sanayileşme politikalarının, tüm toplumsal kesimleri dahil eden, cinsiyet eşitliğini temel alan, kaliteli iş yaratımı ve kamusal bakım altyapısı ile desteklenmesi hedeflenmeli. Kadınların ücretli işgücüne katılımı için eğitime erişim, mesleki eğitim, ayrımcılık karşıtı yasalar ve bakım hizmetlerinin kamusal yatırım olarak görülmesi şart.
Türkiye’nin uzun dönemli makro politikaları uzantısında istihdamın yapısını anlamaya çalıştığımızda kadınların işgücüne ve istihdama katılımlarındaki dikkat çekici düşüklüğün yapısal nedenlerini görüyoruz. Türkiye birinci yolu izleyen ülkelerden biri, ama Türkiye’de kadınların istihdama katılımındaki artış ihracata dayalı sanayileşmeyle birlikte benzer politikalar uygulayan gelişmekte olan diğer ülkelere nazaran çok daha sınırlı kaldı. Neden? Çünkü, ihracata dayalı sanayileşme modelinde ihracata dönük sanayinin yarattığı istihdam talebi oldukça sınırlı kaldı ve kadınların bu sürece dâhil olacağı kadar yüksek bir işgücü talebi artışı yaşanamadı Türkiye’de. Kadınların işgücüne ve ihracat sektörlerinde istihdamının artışının sınırlı kalmasının sonucunda, kentleşmeyle birlikte kırsaldan göçen kadınların “ev kadınlaşması” izlenmiş, kadınların istihdam-bakım çifte yükü belirgin bir gündem haline gelememiş ve dönüşümü zorlayan bir dinamik yaratamamıştır.
Gördüğünüz tabloda istihdamın güncel yapısına baktığımızda kadınların ve erkeklerin işgücüne katılım örüntülerinde, işgücüne katılımda, istihdamda ve işsizlikte belirgin cinsiyet uçurumu olduğunu görüyoruz. Kadınların istihdama katılımında ücretsiz bakım sorumluluğunun eşitsiz dağılımının temel engel olmayı sürdürdüğü görülüyor. Hane içinde 3 yaşın altında çocuğu olan kişilerin istihdama katılma oranına baktığımızda, kadınlar için istihdam oranının %26,1 olduğunu, çocuğu olmayan kadınların istihdam oranının ise %52,3 olduğunu görüyoruz. Dünya ortalamasında da kadınların istihdama katılımı %50 civarlarında. Yani bakım sorumluluğu sorunu olmasa, aynı yaş grubundaki kadınların işgücüne katılım oranı dünya ortalamasına yakın; ama bakım sorumluluğuyla birlikte istihdama katılım kadınlarda yarıya düşüyor ve Türkiye’yi dünya ortalamasının çok altında bırakan tabloyla karşı karşıya kalıyoruz.

 ToplamKadınErkek
İşgücüne Katılım Oranı(%)53.135.171.4
İşsizlik Oranı(%) /Atıl İşgücü Oranı10.4 /21.413.4/28.48.9 /17.3
İstihdam Oranı (%)47.530.465
Kırılgan İstihdam(%)27.523.8
Kayıtdışı İstihdamToplam (%)26.833.823.4
Tarım (%)80.090.172.6
Tarım Dışı (%)16.819.215.7
Yarı-zamanlı İstihdam Oranı* (%)9.916.47
Hane içinde 3 yaşın altında çocuğu olan 25-49 yaş arasında kişilerin istihdam oranı (%) *58.926.189.1
Hane içinde 3 yaşın altında çocuğu olan 25-49 yaş arasında kişilerin istihdam oranı (%) *65.952.374.9
İşgücünde olmayan kişi sayısı (Bin)30,34521,2009,144
İşgücüne Katılmama Nedeni
Ümidi kırık işçiler & çalışmaya hazır olup iş aramayanlar (%)9812
Ev işleri (%)33470
Eğitim(%)161224
Emekli(%)17641

Kaynak: TÜİK, İstatistiklerde Kadın (2021)

Son olarak güncel bir tartışmayla tamamlamak istiyorum. Çok tartışılan bir gündem ve son Sanayi Strateji Belgesinde de olan bir şey, sanayi stratejilerinde, ekonomi programlarının hepsinin içinde olan bir ikiz dönüşüm gündemimiz var; dijital dönüşüm ve yeşil dönüşüm. Yeşil dönüşüm üzerine, Özgür hocam da dâhil olmak üzere birçok hocamız politika simülasyonları yapıyorlar, “Karbon vergileri düşürülse şu olur, yenilenebilir enerji yatırımları artırılsa şöyle olur” diye çeşitli simülasyonlar yapıyorlar ve bütün bunların sonucunda ortaya çıkacak makroekonomik sonuçları ortaya koyuyorlar. Bunlardan bazıları istihdama ilişkin sonuçları da ortaya koyuyor. Bu sürecin uzantısında yeşil ve dijital dönüşümün ihtiyaçlarını karşılayacak bir dönüşümün olması bekleniyor. Türkiye üzerine yapılan çalışmaların sonuçlarını derleyerek, farklı simülasyonların hangi sektörlerde nasıl bir değişimde ortaklaştıklarını tespit etmeye çalıştım ve bunun olası cinsiyet ayırımında sonuçları üzerine fikir yürütme olanağı elde ederiz belki diye düşündüm. Sizi en son bu tablo ile bırakayım. Tabloda yeşil olanlar yeni yeşil işlerin yaratılmasıyla istihdam artışı beklenen, kırmızı olanlarsa iş kaybı yaşanması beklenen ekonomik faaliyet alanları. Dünya genelindeki projeksiyonlara benzer bir şekilde, Türkiye’de de en çok etkilenecek, en çok yeni yeşil işler yaratacak olması öngörülen ekonomik faaliyetler, tarım, ormancılık, balıkçılık, inşaat, enerji. Bunlara ek olarak, hizmetler ve yüksek vasıflı profesyonel, bilimsel ve teknolojik işler de yeni yeşil istihdam alanları sunacak. Ayrıca bakım sektörü (eğitim, sağlık, sosyal hizmetler) de yeşil dönüşümle birlikte istihdam yaratacak önemli bir alan olarak görülüyor. Bu hem kadın istihdamını artırma hem de kadınların bakım yükünü hafifletip ekonomik hayata katılımlarını güçlendirme potansiyeli taşıyor.

Kaynak: İzdeş, 2025 “Gender Equality and Green Transformation in Türkiye”
UNCTAD (TÜİK, İşgücü İstatistikleri)

Tarım, orman ve balıkçılık faaliyetlerinde köklü değişimler yaşanacağı öngörülüyor dedik. Sürdürülebilir tarım uygulamaları, agroforestry, iklim dostu tarım ve organik tarım gibi alanlarda nitelikli ya da vasıfsız birçok yeni iş olanağı doğacak. Tabloda gördüğünüz üzere Türkiye’de tarımda kadınların payı %42 ile erkeklerle neredeyse eşit olsa da kadınlar ağırlıklı olarak ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor ve sektörün büyük kısmı küçük ölçekli aile tarımına dayanıyor. Tarımda işlerin yeşil dönüşümü, kadınlar için daha iyi ve güvenceli istihdam yaratma potansiyeline sahip. Bunun gerçekleşmesi için kadınların sürdürülebilir tarım alanında eğitim alması kritik görülüyor.
Enerji ve inşaat sektörleri ise oldukça erkek egemen. Enerji sektöründe fosil yakıttan yenilenebilir enerjiye geçişle beraber erkeklerin yoğun olduğu alanlarda iş kaybı bekleniyor; buna karşın, yenilenebilir enerji üretiminde yeni işler doğacak ve bu, kadınların sektördeki payını artırabilir. Türkiye’de güneş paneli üretiminde çalışan kadın oranı şirketlere göre %6 ila %60 arasında değişiyor. İnşaatta da benzer şekilde dönüşüm bekleniyor; ancak şu anda kadınların bu sektördeki payı çok düşük (%4,9) ve genelde idari işlerle sınırlı. Öte yandan, yeşil bina tasarımı ve enerji verimliliği gibi alanlarda kadınların istihdamı artırılabilir.
İmalat sanayi alt kırılımlarında farklı dinamikler söz konusu olduğu için imalat sanayi geneli hakkında genel bir yorum yapmak güç olmakla beraber büyük bir dönüşüm bekleniyor. Alt sektörlere baktığımızda örneğin tekstil sektörü de yeşil dönüşümden etkilenecek ve bu sektör, kadın istihdamı açısından özel önem taşıyor. Kadınlar imalat sanayindeki pek çok alt sektörde yeterince temsil edilmezken, tekstilde işgücünün neredeyse yarısını oluşturuyorlar. Ancak tekstil düşük ücretli, güvencesiz ve kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu bir sektör. Yeşil dönüşüm, tekstilde kadınlar için daha güvenceli ve nitelikli iş fırsatları yaratma potansiyeline sahip ve Akdeniz bölgesinde bu alanda iyi uygulama örnekleri görülmeye başlandı.
Tüm bu dönüşüm sürecinin bu faaliyet kollarında ve alt sektörlerinde kadın erkek istihdam payları ve istihdam olanaklarının değişmediği koşullarda gerçekleştiğini, hiç cinsiyet farkındalıklı bir politika uygulamadığımızı düşünecek olursak, yeşil dönüşümün vaat ettiği şey ne olacak? Yeşil işlere kadınlar erişebilecekler mi, ne tip işler kadınlar için erişilebilir olacak, bu süreç kadınlar için ne ifade edecek, ne vaat edecek? Mevcut yapı yeşil dönüşüm açısından ve aslında keza dijital dönüşüm açısından da kendi haline bırakıldığında ümit vaat etmiyor. Ama onu dönüştürmek üzere politika perspektifiniz olduğu ölçüde kadınların daha az bulunduğu sektörlerde daha yavaş kazanımları göze alarak, kadınların hâlihazırda yoğun olarak istihdam edildiği sektörlerde ise hızlı kazanımlar elde ederek ilerlemek mümkün. Hangi politikalarla, onu da sorarsanız anlatayım ve sözü burada bırakmış olayım. (Alkışlar)


OTURUM YÖNETİCİSİ- Özge hocama sunumu için teşekkür ediyoruz.
Murat Birdal hocamızın sunumu vardı, bir ailevi rahatsızlıktan dolayı katılamadı; ama sunumunu göndermiş, Aziz hocam onun yerine sunum yapacak.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Hocamıza geçmiş olsun diyelim. Galiba annesinin rahatsızlığından dolayı katılamadı.
Murat hoca, benim zevkle izlediğim çok değerli bir arkadaşımız. Olaya sol açıdan bakan, sosyalist bir perspektiften bakan çok değerli bir arkadaşımız. Grafiklerini göndermiş, fakat açıklama yok. Dolayısıyla ahlaki bulmam, yani o grafiklerden onun ne düşündüğünü söyleyebilmem… Yazılarından bir şeyler çıkartırım, ama hoş olmaz. Kendisi zaten yazılı sunacak. Biz bu boşluğu dolduralım diye çıktık; yani konu mankeni gibi olduk, ama sahneye çıktık. Fakat ilk grafik ve bazı tabloların yorumlanmasında Hayri’den de yardım alacağım zaten, o bu konularda uzman. Hayri yorumlarken benim söyleyeceklerim de olacak.
Bir kere, benden önceki konuşmacıları kutluyorum. Harika sunumlar oldu, ben çok faydalandım. Özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliği meselesi biz erkeklerin, bıyıklıların pek ciddiye almadığı bir konu. Ben de toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme üzerine tezler yazdırdım, bu işlere kafa yordum. Umarım toplumsal cinsiyet konusunda sunum yapan Özge hocayla beraber çalışırız ileride. Çaktırmadan bir proje önerisi de yapmış oldum böylece.
Murat hocam, FED faiz oranlarıyla ilgili bir grafik vermiş, ama 60’lı yıllara kadar götürmüş. Aslında hocamın sunumu AKP dönemindeki büyüme, istihdam ve bölüşümdeki 2002’den bu yana olan gelişmeleri kapsıyor. Benim bildiğim politikalardaki kırılma, dönüşüm noktası 2008 dünya krizi. Bir hatırlayalım. Orada FED para politikasında miktar kolaylaştırması (quantitative easing) denilen bir politika izliyor; yani FED helikopterle para dağıtır gibi para dağıttı ve bu paralardan Türkiye de nasiplendi. Bu dış kaynak kesintisiz bir şekilde ortalama büyüme oranımızın üstünde büyümemizi sağladı. Bu herhangi bir siyasal iktidarın başarısı değil olumlu dış konjonktürün bir sonucudur. Sıcak para diye nitelendirilen kısa vadeli sermaye kesintisiz bir şekilde Türkiye ekonomisine adeta yağmıştır. Bu sıcak para girişleri sayesinde ortalama oranın üzerinde büyümüşüz. Ancak ilginçtir, büyüdüğünüze sevinemiyorsunuz. Çünkü büyüdükçe ithal girdilere yaptığınız ödemeler nedeniyle hem dış ticaret açığınız büyüyor hem cari açığınız büyüyor. Neden? Özgür hoca sunumunda açıkladı: Türkiye’nin ithal girdilere bağımlı bir sınai üretim yapısı var. Kabaca bir rakam vereyim. İthal girdilerin payı %65 yani 100 TL’lik üretimin 65 TL’si ithal girdilere gidiyor, ama bu veri 2012 yılına ait. 2025 yılına gelmiş bulunuyoruz ama bu katsayı henüz güncellenmemiştir. Çünkü yeni girdi-çıktı tablosu TÜİK tarafından hâlâ yayımlanmadı. Katıldığım canlı yayın programlarında TÜİK’e çağrılar yaptım ama ne yazık ki sonuç alamadım. Kardeşim, utanır insan. Sanayi kongreleri yapıyoruz ama üretimin ithal girdilere bağımlı yapısının geçen 13 yıllık süreçte ne yönde değiştiğini tespit edemiyoruz. Yanlış veriden hareketle isabetli ve gerçekçi öngörü yapabilmek mümkün değildir. Ben geçen sürede katsayının daha da yükseldiği kanaatindeyim.
Murat hocanın büyüme, cari açık ve diğer grafikleri Özgür hocanın sunumuyla örtüşüyor. İki sunum çok paralel; adeta beraber oturmuşlar ve iş bölümü yapmışlar da “Sen şu grafikleri yap” demiş, o da o grafikleri yapmış. Her iki sunumdan çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: İthal girdilere bağımlı üretim yapısı sürdüğü sürece dışardan sıcak para geldikçe büyürsünüz. Büyüdükçe cari açık da giderek artar. Sıcak paranın net giriş ve çıkışlarına bağlı olarak kısa dönemli büyüme zik zaklı olabiliyor. Buna “Go and stop” ( Dur ve kalk) süreci diyorlar. Yani o çeyrekte sıcak para gelince (net giriş) büyüyorsunuz, sıcak para azalınca büyüme oranı düşüyor, net çıkışlar varsa ekonomi küçülüyor (eksi büyüme oranı oluyor). Böyle bir model. Burada, Allah aşkına, “Şöyle büyüdük, acayip bir ortalama yakaladık” demenin bir anlamı yok. İki sunumun sıcak paraya dayalı büyümenin istihdam ve bölüşüm üzerine yarattığı etkileri gösteren tablolar da benzer şekilde örtüşmektedir. Bu konuya daha sonra değineceğiz.
Büyümenin finansmanında kullanılan dış kaynaklar sıcak para ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından oluşmaktadır. Bu iki kaynağa yakından bakmakta yarar var. Önce ilkini ele alalım. Sıcak para her şeyden önce büyümenin finansmanında sağlıklı ve güvenilir bir kaynak değil. Özel bir çaba sarf etmiyorsun, yüksek faiz düşük kur politikası izlendiğinde (aradaki marj ne kadar yüksekse sıcak paranın getirisi o kadar yüksek olur) ve dünya konjonktürü uygun olduğunda tereddüt etmeden ülkeye gelebiliyor ve çarkın dönmesini sağlayabiliyor. Büyüme rakamlarından da görüleceği üzere sıcak para geldiği gibi öngördüğü getiri oranında olumsuz bir algıya sahip olduğunda hemen ülkeden çıkabilmekte ve büyüme sürecini sekteye uğratabilmektedir. Çok konuşuluyor ya şimdi hukuk güvenliği olmazsa yabancı sermaye gelmez, gelmiş olan da geri döner diye. Bu tespit sıcak para için geçerli değil. Adı Timothy Ash olan bir sıcak para uzmanı var. “Ülkede hukuk ve demokrasinin yokluğu bizim için dert değildir. Bizim için önemli olan sıcak paranın getirisidir” diyor.
Sağlam ve güvenilir bir dış kaynak aranıyorsa yabancı sermayenin ülkeye sıfırdan yatırım yapması gerekir. Bu yatırıma ilgili yazında yeşil saha yatırımı (green field investment) denilmektedir. Bu tür yatırımlar doğrudan yabancı sermaye yatırımı (doğrudan yatırım olarak da ifade edilebiliyor) olarak sınıflandırılmaktadır. Yapılan ampirik çalışmalar bu tür bir yatırımı belirleyen en önemli değişkenin yatırım yapılacak ülkenin hukuk güvenliği olduğunu göstermektedir. Eğer Türkiye kapitalizmi bu tür yatırımların yapılmasını becerebilseydi sağlam ve güvenilir bir dış kaynağa sahip olmuş olurdu. Yapılan hesaplamalar, ülkemize gelen yabancı yatırımların ancak %10’unun sıfırdan yatırım olduğunu göstermektedir. Bu, kapitalist bir ekonomide önemsenecek bir büyüklük değil.
Keza bu tür yatırımlar yapılabilseydi büyüme de yeşil saha yatırımlarına dayalı istihdam dostu bir büyüme olurdu. Yalnız istihdamda tercih yabancıdan yana yapıldığında bu tür yatırımların ulusal ekonomiye katkısı sınırlı düzeyde kalmaktadır. Dolayısıyla böyle bir seçeneğe izin verilmemelidir.
Biliyorsunuz, sıfırdan yatırımın dışında başka doğrudan yatırım türleri de bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir: Şirket birleşmesi veya evliliği yoluyla gelen yatırımlar, özelleştirme amacıyla bir şirkete ait %10’dan fazla hisse senedinin alınması şeklindeki yatırımlar ve gayrimenkul yatırımları. Bu tür yatırımların ülkeye gelmesinde hukuk güvenliği yine en önemli bir faktör. Ampirik araştırmalar bu faktöre dikkat çekmektedir. Bu yollarla gelen doğrudan yatırımlar da sıfırdan yatırımlarda olduğu gibi son derece sınırlı.
Sıcak para ve doğrudan yatırımlar parantezinden sonra kaldığımız yerden devam edebiliriz. Daha önce ifade ettiğim gibi, 2008 dünya ekonomisi krizinde para politikasında miktar kolaylaştırmasına gidilmişti. Yani Dünya ekonomisi krizde ciddi bir şekilde fonlandı. Hayri burada devreye girsin derim. Ne oldu? Sıcak paranın Türkiye dahil bazı çevre ülkelerde yaşattığı o balayı sona erdi bildiğim kadarıyla. Dünya ekonomisinde biraz toparlanma olunca FED başkanları parayı çekmeye başladılar, “Hadi bakalım, istediğiniz kadar para alın” demediler. O para gelmeyince de evet, sıkıntılı günler başladı.
Sevgili Hayri, Murat hocanın hazırladığı Fed Faiz Oranı (1960-2025) başlıklı grafiğin yer aldığı tabloya ilişkin birkaç şey söyler misin?

      Fed Faiz Oranı (1960-2025)

Dünya ekonomisi deyince, Hayri’den başka kimseye danışmam, onu söyleyeyim.
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Sağ ol Azizciğim. Bu grafikten genelde dünya ekonomisinin aslında 65 yıllık seyrini görmek mümkün. Federal funds effective rate deyince, bizdeki politika faizi dediğimiz, Merkez Bankasının piyasayı nasıl fonladığının faizi. Gördüğünüz gibi, zaten buradaki topluluğun çoğu mühendis, grafik okumayı gayet iyi bilirsiniz, yükselen, düşen bir seyir var. Mesela 70’li yıllarda önce petrol şokları oluyor. Bakın, enflasyon yükselmeye başlıyor, ondan sonra ekonomi durgunlaşıyor, enflasyon artıyor, enflasyon artınca faizleri artırıyorlar; ama ekonomide bir durgunluk başlıyor. Bakın, 70’lerden sonra, 70’lerin ortasında ekonomiyi canlandırmak için faizleri düşürüyorlar. Bu arada ikinci petrol şoku oluyor ve stagflasyon, yani enflasyonla durgunluğun bir arada yaşanması olgusu ortaya çıkıyor.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Ben yakın dönem dedim, sevgili Hayri coştu, 60’lardan başladı.
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Ara kısmını hızlı geçeceğim, çünkü 1980 bir dönüm noktası. Diyorlar ki, “Hem durgunluk var hem enflasyon. Hiç olmazsa enflasyonu önleyelim.” Faizleri tepeye çıkartıyorlar, %20’ler civarına. Sonra da böyle iniş-çıkışları görüyoruz hep. Öyle çok belirgin inişler ve çıkışlar olduğu dönemler dönüm noktaları. Mesela 2000 bir dönüm noktası, çünkü “Faizleri biraz normalleştirelim” dedikleri anda bu teknoloji balonu patlıyor. Tam da bu “Greenspan put” denilen; yani borsaları şişirmek, varlık fiyatlarını artırmak misyonunu edinen ABD Merkez Bankası’nın başındaki kişi böyle piyasalar sıkışınca faizleri düşürüyor, likiditeyi artırıyor. Bakın, 2000 yılında faizler çok ciddi bir şekilde düşüyor. Amerika’da normal faizler böyle %4-5’ler arasında.
İki şey daha var. “Normalleştirelim” derken, bakın, faiz yükseliyor. Normale çekiyorlar, %5’e. O sırada 2007-2008 krizi başlıyor. Ondan sonra quantitative easing denilen düşük faiz politikalarını izliyorlar.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- 2008’den sonra dehşet bir düşüş, görüyorsunuz.
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- “Piyasalar aşırı şişti, normale döndürelim” diyorlar. 0.25, 0.25 artırarak geldikleri dönemde COVID patlıyor, COVID patlayınca yine sıfıra düşürüyorlar. Demin konuştuğumuz tedarik zincirlerindeki aksamalar, benzerleri, “Bu iş böyle gitmez, enflasyon patladı” diyorlar. Normale döndürürken, daha doğrusu faizi artırıyorlar, tekrar düşürme döngüsüne girdiklerinde Trump devreye giriyor, “daha hızlı indir kalın kafalı” diyor FED başkanına.
Bunun Türkiye’yle bağlantısı ne? Anlattığımız bütün bu dönemlerde Türkiye ekonomisi çok ciddi dışa bağımlı, dış borcu fazla olan bir ekonomi olduğu için, dolar faizinin yükseldiği dönemlerde Türkiye ekonomisi de krize giriyor. Bakın, 1980’de faiz sıçramış, 24 Ocak Kararları… Tabii, Türkiye’nin kendi iç dinamikleri de var, ama genellikle dış şoklar bunu tetikliyor. Bakın, Türkiye’nin krize girdiği dönem. Bakın, 2001 krizi. Gördüğünüz gibi, yükseldiği dönemde Türkiye 2001 krizine giriyor. Zaten 2008-2009, Erdoğan’ın “Bizi teğet geçti” dediği, aslında teğet geçmediği dönem. Özgür gayet güzel anlattı o dönemi; suni bir şekilde faizlerin iyice aşağı çekildiği, yani faizlerin düşük olduğu bir dönemde Türkiye 2021-2022 kur atağını yaşadı. Orada işi tetikleyen bir dış faktör yok. O yerel bir kriz, dış faktörlerin az etkili olduğu 2023 seçimlerine uygun ortam yaratalım derken patlak veren bir sarsıntı.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Türkiye Ekonomisi GSYH Büyüme (%) ve Cari Açık/GSYH (%) başlıklı grafikler dışarıya bağımlı büyümenin sonuçlarını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

       Türkiye Ekonomisi GSYH Büyüme (%)
Cari Açık/GSYH (%)

Bilindiği üzere, sermaye hareketleri 7 Ağustos 1989 tarihli Türk parası kıymetini koruma hakkında 32 Sayılı Karar ile serbestleştirilmiştir. Büyüme grafiği, daha önce de değindiğimiz gibi 1989 yılından buyana sıcak para net girişlerine bağlı olarak ekonominin büyüdüğünü, net girişler azaldığında büyüme oranının azaldığını net çıkış (negatif net giriş) olduğunda ise ekonominin küçüldüğünü göstermektedir.
Öte yandan ekonomi büyüdükçe cari açığın milli gelir içindeki payının arttığı görülmektedir. Ekonomi küçülse dahi cari açık var, çok enteresan. Niye? Çünkü üretim yapısı ithal girdilere bağımlı. Bu da bize özgü bir durum, ithal girdilere bağımlı ekonominin kaçınılmaz bir sonucu. Bu durum ekonominin dış tasarruflara-kaynaklara-dayalı büyüdüğünü göstermektedir. Dış tasarruflara dayalı büyüme ise cari açık vererek büyüme anlamına geliyor. Oysa aslolan ekonominin iç tasarruflara-kaynaklara dayalı olarak cari açık vermeksizin büyüyebilmesidir. Ne yazık ki Türkiye ekonomisi bu noktanın çok uzağındadır.
Bazı akademisyenler sıcak para dahil dış kaynakları “Cari açık finanse ediliyor” diye kutsuyorlar. Yapmayın yahu! Zaten finanse edilmezse, o dış kaynaklar gelmezse cari açık olmaz. Bütçe açığı da öyle bir şey. Demek ki harcama yapmışız ki onu da bir yerlerden bulmuşuz ve borçlanmışız. Borçlanmadan nasıl olacak o açık? Galiba ex ante (gerçekleşmeden önce) ve ex post (gerçekleşmeden sonra) arasındaki ince ayrımı kavramakta zorlanıyoruz; yani gerçekleşmiş bir olayı (olguyu) analiz ederken olay öncesinde yakından ilişkili olabileceği bir gelişmeyi her nedense görmezden geliyoruz.
Hayri’nin dediği, bizim yarattığımız 2001 krizi ve 2008 dünya ekonomisinden kaynaklanan 2009 krizi sözünü ettiğimiz tablolarda çok net bir şekilde gözüküyor. Bakın, rakamı görüyor musunuz, 2001 krizinde küçülme yüzde 6.
Bu oran 2002 yılında (gerçekleşme rakamı gecikmeli olarak yayımlanıyor) yüzde 9,4 olarak açıklanmıştı. Sonra baz yılı değiştirilerek yeni bir GSYH serisi yayımlandı. Oran 5,7 olarak revize edildi. Şimdiki yeni seriye göre oran 6 olarak açıklandı. Seri değişikliği(revizyonu) sağlıklı yapılmalıdır.
Maalesef 2009 yılı revizyonuyla 2010 yılı hariç 2011-2015 döneminde büyüme oranları ciddi bir şekilde yukarı doğru revize edilmiştir. Bu ciddi bir çarpıtmadır. Bu çarpıtmalara rağmen büyüme verilerinin trendinin değişmemiş olması sevindiricidir. Yani eğilimlerde bir değişiklik yok.
Grafiklere kaldığımız yerden tekrar dönersek Türkiye ekonomisinin Kovid-19 salgınında dahi büyüme performansını sürdürdüğünü görmekteyiz. 2020’de büyüme yüzde 1,9 olarak gerçekleşmiştir. Salgın ortamında ihtiyaç doğmasına rağmen ek bütçe çağrıları siyasi iktidar nezdinde bir karşılık bulamamıştır. Ek bütçe yapılamamasının yarattığı boşluk ise ödenek üstü harcama yapılmayla doldurulmuştur. Bunun finansmanı ise borçlanma limitinin bu tutarda yasa dışı artırılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu uygulamaların tetiklediği harcamalarla öngörülenden fazla gerçekleşen bütçe açığıyla ekonominin büyümesi düşük bir oranda da olsa sağlanabilmiştir.2021 yılında ise büyüme zirve yaparak 11,4 olarak gerçekleşmiştir. 2021’de de ihtiyaç olmasına rağmen ek bütçeye gidilmemişti. Ancak bunun yarattığı boşluk Anayasaya aykırı bir yasal düzenlemeyle giderilmiştir. Bütçenin bağlı olduğu 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na geçici bir madde eklenerek ek bütçeye gerek kalmadan Cumhurbaşkanına 2021 yılı genel bütçe gelir tahmini üzerinde gerçekleşen gelir kadar genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri ile özel bütçeli idarelerin bütçelerine ödenek ekleme olanağı getirilmiştir. Kamuya yaratılan bu geniş harcama olanağıyla büyüme oranı ortalama büyüme oranının bir hayli üstüne çıkmıştır. 2022 yılında iktidarın 2022 yılı bütçesi 6 ay yetmediği için ek bütçeye gidilmiştir. Ancak o da yetmediği için ayrıca ödenek üstü harcamaya başvurulmuştur. Bunun finansmanı ise yine borçlanma limitinin bu tutarda yasa dışı artırılmasıyla gerçekleştirilmiştir.
2023 yılında ise 6 Şubat depremi ve 14 Mayıs genel seçimlerinin etkisiyle bir kez daha ek bütçeye (1,1 trilyon TL) gidilmiştir. Bu olanağa ilave olarak Cumhurbaşkanının ödenek ekleyebilmesinin yolunu açan iki yasal düzenleme ve mevcut 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nun 30’uncu maddesiyle Cumhurbaşkanına ilan edilen olağanüstü halin gerektirdiği harcamaları karşılamak üzere genel bütçe ödeneklerini yüzde 5’e kadar artırma konusunda verilen yetkinin de kullanılmasıyla ek bütçe tutarında (1 trilyon TL) paralel bir ek bütçe yaratılmıştır. Bunun finansmanı ise bilindik yöntem olan borçlanma limitinin bu tutarda yasa dışı artırılmasıyla gerçekleştirilmiştir.
2022 ve 2023 yıllarında birbiri ardından devreye sokulan ek bütçe ve yasa dışı ödenek üstü harcama yetkileriyle büyüme performansı sorunsuz bir şekilde sürdürülmüştür.2022 ve 2023 yıllarında büyüme sırasıyla yüzde 5,5 ve 5,1 olarak gerçekleşmiştir.30 Mart 2024 yerel seçimlerine bu büyüme oranlarıyla gidilmiştir. Çünkü Erdoğan ‘‘Ekonomi büyümediği zaman seçim kaybederim’’ kaygısını taşımaktadır. Nitekim bu kaygı ağır basıyor olmalı ki yayımlanan Orta Vadeli Programlar (OVP)’da büyüme öngörüleri hep yüksek düzeyde tutulmuştur.
Gelelim İşsizlik 1985-2023 başlıklı tabloya.

İşsizlik 1985-2023

Buradaki grafik Özgür’ün anlattığı hikâye ile örtüşüyor. Bu grafik büyüme grafiğiyle birlikte değerlendirildiğinde istihdam yaratmayan bir büyüme sürecinin gözlemlendiği görülmektedir.
Bu durum çoğu çevre ülkesinde de gözlemlenmektedir. Milli gelirin istihdam esnekliği 1’den düşüktür. Milli gelirde %1’lik bir artış %1’in altında bir istihdam artışı yaratıyorsa, buna biz istihdamsız büyüme diyoruz. İstihdam yaratmayan büyüme ifadesi biraz abartılı; yeteri kadar istihdam yaratmayan büyüme denilmesi daha doğru bir ifade. Ama nedense Jobless Growth deyince, sanki istihdam artmıyormuş gibi bir izlenim doğmaktadır. Bu izlenim yanlış tabii. Aslında yeteri kadar istihdamı uyarmayan bir büyüme söz konusu. Neden? Aslında, bakın, dış ticaret açığı veriyorsunuz, cari açık veriyorsunuz; yani dış kaynak kullanıyorsunuz, dış tasarrufları kullanıyorsunuz, iç tasarruf değil. Bir başkasının tasarruflarını yatırımda kullandığınız zaman aslında kimi istihdam etmiş oluyorsunuz; onları istihdam etmiş oluyorsunuz. Çünkü ithal girdilerine bağımlılık nedeniyle ithalatınız patlayınca Almanya’daki fabrikalar ithal ettiğiniz girdileri üretebilmek için daha fazla kapasite büyütmeye kalkıyorlar, yeni işçiler alıyorlar; ama senin tarafında o yatırım hamlesi senin işgücü piyasana olumlu yansımıyor. Öyle okumakta yarar var.
İşsizlikle ilgili ikinci grafik Geniş Tanımlı İşsizlik 2014-2025 başlığını taşımakta ve dar anlamda tanımlanan işsizlik oranı ve alternatif işgücü göstergelerinin grafikleri yer almaktadır.

Geniş Tanımlı İşsizlik 2014-2025

Alternatif işgücü göstergeleri, temel işgücü göstergelerine ek olarak işgücü piyasasındaki gelişmelerin daha iyi takip edilebilmesini sağlamaktadır. 2021 yılından itibaren yayımlanmaya başlanan tamamlayıcı işgücü göstergeleri; zamana bağlı eksik istihdam ile işsizliğin bütünleşik oranı, işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı ve atıl işgücü oranıdır. Tabloda yer alan işsizlik oranı ilgili yazında dar, atıl işgücü oranı ise geniş tanımlı işsizlik oranı olarak adlandırılmaktadır. Bu oran zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü (referans haftasında ne istihdamda ne de işsiz olan çalışma çağındaki kişilerden; iş arayan fakat kısa süre içerisinde işbaşı yapabilecek durumda olmayanlarla, iş aramadığı halde çalışma isteği olan ve kısa süre içerisinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişilerden-ümitsiz işsizler- oluşmakta) ve dar tanımlı işsiz nüfusu (referans haftasında istihdamda olmayan, son dört hafta içerisinde aktif olarak iş arayan, iş bulduğu takdirde 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişilerden oluşmaktadır. Ayrıca iş bulmuş başlamak üzere beklediği için iş aramayan ve üç ay içinde işe başlayacak olan kişiler de işsizlere dahildir) dikkate alınarak hesaplanmaktadır.
Normalde dar tanımlı işsizlik oranı bir süredir yüzde 10’nun altında seyretmektedir. Ama bu durum yanıltıcıdır. Gerçek işsizlik oranı için geniş tanımlı işsizlik oranının izlenmesi gerekiyor. Çünkü resmi dar tanımlı işsizlikte örneğin ümitsiz işsizler (umudunu yitirdiği için iş aramayanlar) ve eksik istihdam edilenler (underemployment) işsiz kabul edilmiyor. Düşünün Mülkiye mezunu veya mühendislik eğitimi almış bir kişi ailesinin zorlamasıyla niteliğine ve eğitimine uygun olmayan bir işte istihdam ediliyor. Ailesi bastırıyor, “Kızım, evde durma Allah aşkına. Jeoloji mühendisisin. Git, bir işe yara. Kasada dur, lokantada dur, bir yerde dur, çalış” diyor.
Biz istihdamı ne diye tarif ediyoruz? Arzu edilen ücret düzeyinde ve çalışma koşullarında iş bulanlar istihdam edilmiş sayılıyor. Oysa sözünü ettiğimiz bu kişiler bu konumda değiller. Dolayısıyla bu kişilerin bu eksik istihdam nedeniyle aslında işsiz olarak tanımlanması gerekmektedir. Nitekim bu ve buna benzer konumdaki kişiler geniş tanımlı işsizlik kapsamına girmektedirler.
Şubat 2025 tarihi itibariyle söz konusu oran yüzde 28,2’ye ulaşmıştır. Dar tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 8,2 düzeyindedir. İki oran arasındaki fark son yıllarda giderek açılarak 19,7 puana yükselmiştir. Dönem boyunca ilki sürekli ikincisinin üzerinde seyretmektedir. Benzer durum diğer iki alternatif işgücü göstergeleri (zamana bağlı eksik istihdam ile işsizliğin bütünleşik oranı ve işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı) için de geçerlidir.
Son grafiğimiz İşgücü Ödemelerinin GSYH Payı (%) başlığını taşımaktadır.

İşgücü Ödemelerinin GSYH Payı (%)

Tablo AKP iktidarının (2016-2024) dönemindeki bölüşümün (milli gelir paylaşımının) üçer aylık dönemler itibariyle gelişimini vermektedir. Bakınız, bu sonuçlar Özgür ‘ün sonuçlarıyla bire bir örtüşmektedir. Yalnız, bu veriler üçer aylık, Özgür’ün verileri yıllıktı. İşgücü Ödemelerinin payı 2024 yılının ilk çeyreğinde farklılaşıyor, yükselmeye başlıyor. Paydaki bu yükselişin önemli bir bölümü, emeklilikle ilgili bir defaya mahsus kıdem ve ihbar tazminatlarından kaynaklanmaktadır. Kıdem tazminatı ve emekli ikramiyesi gibi toptan ödemeler genellikle sermaye transferi olarak kabul edilir. Kıdem tazminatı bir ücret değil, kanundan doğan bir tazminat türüdür. Emeklilik koşullarını düzenleyen EYT kapsamında ödenen kıdem ve ihbar tazminatları toplu ikramiye ödemesi niteliğindedir. EYT düzenlemesi ile bir yılda emekli olan kişi sayısını yaklaşık 10 kat artırmıştır. Emekli sayısındaki bu olağanüstü artış ve sermaye transferi nitelikli tazminat ödemeleri sonucu işgücü ödemelerinin payında önemli bir artış kaydedilmiştir. Bu durum bölüşümün emekçiler lehine döndüğü anlamına gelmemektir.
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Bir-iki önceki grafiğe bakılırsa, burada son yıllara ilişkin en belirgin nokta şu. Bunlar birbirine paralel gidiyor.

Geniş Tanımlı İşsizlik 2014-2025

Dikkat edilirse, griyle turuncu arasında hep bir fark var, aynı noktadan yetişiyor neredeyse turuncu. Gri, işsizler ve “Bir iş olsa çalışırım” diyenleri gösteriyor. En dikey artan zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı. Yani kısa süreli çalışan, geçici işlerde çalışanların oranı toplam işgücü içerisinde belirgin bir şekilde artıyor. İşsizlik oranı göreceli olarak düşük görünmesine rağmen atıl işgücü oranı o dinamikle artıyor en çok.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Bir de şu vardı: Dar anlamdaki işsizlik oranını ben hep ikiyle çarparak geniş tanımlı işsizlik iki katı diyordum. Baksanıza, geldiğimiz noktada üç katını bile aştı (tam rakam 3,4 katı). İşgücüyle ilgili çok önemli bir gösterge var: Ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin oranı. Ancak nedense bu veriye ilgili tabloda yer verilmemiş. Bu oran 2023 yılında yüzde 22,5 iken 2024 yılında 22,9 oldu. Bu çok önemli bir sorun. Ama nedense görmezden geliniyor. Çıktığım birkaç TV programında “Mecliste bir araştırma komisyonu kurulsun “ diyerek yaptığım çağrılar maalesef karşılık bulmadı. Keza başka bir sorun daha çok can yakıcı. İşgücüyle ilgili neredeyse tüm göstergelerde göreli olarak kadınların durumu çok kötü. Yani bu göstergelerde ‘‘kadının adı yok’’ denilebilir. Her iki sorun da geciktirilmeksizin masaya yatırılmalıdır.
Bu da Özgür hocanın dediğine geliyor. Siz planlama yapmazsanız, “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” derseniz, bu sorun başta olmak üzere ortaya çıkan sorunlara şaşmamanız gerekir. Bu politikaları sürdürdüğünüz sürece, bu sorunlara bir çözüm bulmak mümkün olmayacaktır. Muhalefet partileri de aynı politikalarla gelirlerse vah halimize. Nitekim bu yönde bir girişim de yapıldı. Altılı Masa’nın ekonomi programına baktım, felaketti. Altılı Masa, geçmişte sıcak paranın geldiğinde hızlı büyüdük ya, o dönemin aktörlerinin (Babacan vb.) hazırladığı bir program. İyi de siz o programı uygularken uluslararası konjonktür uygundu ve bu nedenle de bu paralar ülkeye kesintisiz bir şekilde akıyordu. Sunumumuzda ifade ettiğimiz gibi artık o olumlu ortam yok. Şimdi o para, gelmiyor. Bu gerçeği görmek gerekir. Siz benzer bir programı uygulamaya koyarak nasıl sağlayacaksın o ortalama büyüme oranlarını o düzeyde? Dolayısıyla Altılı Masa’dan iyi ki kurtulmuşuz. Altılı Masa gelseydi bizim muhalefetimiz daha zor olurdu, onun da altını çizeyim.
Konuşmama vesile olan güzel tabloları hazırlamış olan Murat hocaya ve yorumlarıyla yaptığı katkısı için Hayri’ye teşekkür ediyorum.
OTURUM YÖNETİCİSİ- Eline sağlık hocam. Sorular için seni bırakmıyoruz. Evet, soru-cevap kısmına geçiyoruz.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Selçuk’tan soru bekliyorum.
SALONDAN- İthal ikamesine bağlı ekonomik kalkınma modelinde ar-ge destekleri perspektifinde değişiklikler yapılırsa, bu, ülkenin kalkınmasına nasıl destek olur? Özellikle Kore örneklerinden çıkarımda bulunarak görüşünüzü almak isterim. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. ÖZGÜR ORHANGAZİ- Şöyle bakmak gerekiyor: İthal ikameci sanayileşmeyi hemen hemen bütün Türkiye ve benzeri çevre ülkeleri belli bir dönemde denediler ve ciddi bir sanayileşmenin yaratıldığı bir dönem. Kore buradan başarılı olarak çıktı. Şu anlamda başarılı olarak çıktı en nihayetinde: O dış dengeyi sağlayıp dışarıya mal satabilecek gibi. Buradaki ana problem, tekil ülkeler üzerinden bu ar-ge vesaireyi düşündüğümüz zaman, bir tane Kore olabilir; yani 128 tane Kore olamaz, sadece çevre ülkelerin bazıları burada başarılı olacaktır. Bir tane Çin olabilir. Yani iktisat politikaları açısından şöyle bir hataya düşülüyor bazen: “Şu ülke şunları yaptı, şuraya geldi.” Demek ki, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye, Güney Afrika, hepimiz aynı politikaları yaptığımız zaman… Bunun da temel sebebi, çok iyi bildiğiniz gibi, ana üretim alanları ölçek ekonomilerine sahiptir; yani büyük 3-4 tane üreticinin domine ettiği alanlardır. Dolayısıyla, öğrencilere her zaman verdiğim kolay anlaşılır örnek uçak. Yolcu uçağı yapan kaç şirket biliyorsunuz? Boeing, Airbus, bir de şimdi Çin kendisininkini geliştirmeye başladı. Yani 10 tane, 20 tane, 30 tane ülke kârlı bir şekilde buraya giremez. Dolayısıyla o eşitsiz gelişmenin dinamikleri yine devam edecek. Bu Türkiye’de olacak, Kore’de olacak, Meksika’da olacak vesaire; ama devam edecek, bu kaçınılmaz.
Doç. Dr. ÖZGE İZDEŞ- Bir şey ekleyebilir miyim hocam? Orada bir de zamanlama meselesi de bence önemli. Mesela 60-72 aralığında özellikle Tayvan, Kore, büyük bir dış ticaret fazlası elde edebiliyorlar. Düşük katma değerli ürün ve düşük maliyetle bir rekabet gücü kazanarak sanayileşmeyi finanse etmek için buradan elde edilen döviz girdisini kullanan devlet güdümlü bir sanayileşme planını hayata böyle geçiriyorlar; ama bunu 60-72 arasında yaparken, aynı şekilde dünya piyasasına açılan çok sayıda gelişmekte olan ülke henüz yok. Biz ne yapıyoruz? Race to bottom denilen, aşağı doğru yarış diye tabir edilen şey. Herkes düşük maliyetle üretim yapıp uluslararası piyasada pay kazanmaya çalışıyor; ama artık ortalık çok kalabalık, bir sürü alternatif var ve dolayısıyla da o dış ticaret fazlasını kazanma olasılığı 1960-70’lerde onların sahip olduğu koşullarda değil. Yani zaman faktörünün de altını çizmek gerek diye düşünüyorum.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Bir ekleme yapayım. Biliyorsunuz, Fikret Şenses’i yakın dönemde kaybetmiştik. Küreselleşme -kalkınma ilişkisini incelediği makalesi birkaç yerde basıldı. “Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı, Engel mi?” başlıklı makalesinin “Kalkınma Çalışmalarının Geleceği” ara başlığı altında önemli bulduğum şu tespitler yapılmakta:
“Neoliberalizm, kalkınma sürecinin serbest piyasa ağırlıklı liberal demokrasiyle sonuçlanan doğrusal bir süreç olduğu görüşünü ısrarla savunurken değişik ülkelerin tarihsel deneyimleri kalkınma için tek bir yol olmadığını açıkça kanıtlamış bulunmaktadır” (s. 22).
“Yerli iktisatçıların ve karar alıcıların kendi sorunlarına sahip çıktıkları ve politikaların belirlenmesinde ağırlıklarını hissettirdikleri bir dönemin başlaması beklenebilir. Ülkelerin dışarıdan dayatılan “genel geçer” reçeteleri edilgen bir biçimde kabullenmek yerine kendilerine has çözüm yollarını ve özgün modellerini oluşturabilecekleri daha kalkınmacı bir döneme girmeleri olasıdır” (s. 23).
Şenses’in bu durum tespiti ve önerisine aynen katılıyorum. Türkiye dahil her çevre ülkenin kendi iç dinamikleriyle bir alternatif geliştirmesi gerekir. Yani kopyala-yapıştır yöntemiyle alternatif geliştirilemez. Kalkınma stratejisi ve araçları ülkenin koşullarına göre değişir. Bu tespitler, Özgür ve Özge hocaların yorumlarının ne kadar isabetli olduğunu açık bir şekilde doğrulamaktadır.

OTURUM YÖNETİCİSİ- Buyurun.
EMİN KORAMAZ- Soru sormayacağım da, Özge hocam yarım bıraktığı kısımdan devam ederse… “Benim ne önerdiğimi de sorarsanız anlatırım” dediniz ya, onu anlatın isterim.
OTURUM YÖNETİCİSİ- Buyurun.
Doç. Dr. ÖZGE İZDEŞ- Genel geçer politikalar açısından en son sanayi teknoloji stratejimizin de cinsiyet eşitliği açısından ne kadar duyarlı olup olmadığına bakmıştım, ama buralara gelmeye zamanım olmadı. Öncelikle istihdamda eşitlikçi sonuçlar elde edebilmek için ya da bir sanayileşme stratejisinin aslında cinsiyet eşitliği açısından sonuçlarına baktığımızda, bunu üç boyutta ele alabiliyoruz; makro, mezo ve mikro seviyelerde.
Makro seviyedeki sonuçlarına baktığımızda, temelde aslında istihdamla ilgili makro göstergelerdeki sonuçlarına bakıyoruz. Hocalarımın da bahsettiği gibi, uygulanan sanayileşme stratejisi ve tabii ki onunla paralel ticaret stratejisi istihdam yaratma potansiyeli açısından ne kadar başarılı? Mesela Türkiye bu açıdan çok başarılı değil. Dolayısıyla istihdam yaratmayan ya da nihayetinde mesela Türkiye’de yaşanan dönüşümle birlikte kentlerde oluşan nüfusu absorbe edebilecek kadar çok istihdam yaratmayan bir büyüme sorunu ilk önce 80’lerde başladı. 2000’lerden sonra ise yeni bir makro ekonomik olguyla-istihdam yaratmayan büyüme sorunuyla karşı karşıya kaldık. Yüksek büyüme oranları yıllarında dahi işsizliğin %10’ların altına bir türlü inemediğini gördük. Dolayısıyla uyguladığınız strateji istihdam yaratıyor mu ve kadın ve erkeklerin istihdama katılımı açısından nasıl bir durum var, eşitlikçi mi, değil mi; katılsalar çalışma koşulları neler, ücretler nasıl, esnek istihdam mı, düzgün sosyal güvencesi olan istihdam koşullarından mı bahsediyoruz, bunlar bir boyutu. Burada bir yandan cinsiyet eşitliğini sağlamak üzere uygulamamız gereken politikalar var.
Mezo politikalar dediğimiz zamansa çalışılan işyerlerinin işleyişlerine ilişkin kurumsal düzenlemeleri kast ediyoruz. Aslında yöneten kesimin, politika yapıcıların cinsiyet eşitliğini de bir hedef olarak politikaya entegre edip etmediğiyle ilgili olarak şekillenen kurumların benimsemek ve uygulamak zorunda olduğu kurallar, kriterlerden bahsediyoruz. Bunun içinde ne olabilir? Her türlü ayrımcılığa karşı yaptırımlar getirmek olabilir, işe alım ve yükseltmelerdeki kriterlerin şeffaflaştırılması olabilir, ücret şeffaflığı, eş değerde işe eşit ücret politikalarıyla ücret uçurumuna dönük politikalar olabilir, iş yerlerinde bakım hizmetlerinin sunulmasını sağlayarak kadınların işgücüne katılımının önündeki engeli büyük oranda kaldırmak olabilir.
Mikro seviyeye geldiğimizde de hane içindeki eşitsizliklere, eşitsiz işböşümünü dönüştürmeye dönük politikalara geliyoruz. Hane içinde işbölümü makro ve mezzo dinamiklerle etkileşerek dönüşüyor mu, hane geliri makro ve mezzo politikalardan nasıl etkileniyor? Yani hanenin yapabilirlikleri sonuçta o hanenin işgücünü, piyasaya katılıp katılamama koşullarını ve hangi koşullarda katılacağını belirliyor.
Bu üçlü bir sistem ve bunların dinamiklerine bakmak mümkün, ama öncelikle mevcut cinsiyet eşitliğini hedeflemek için beceri açığını kapatmak da gerekli. Beceri açığı dediğimiz zaman, mesela sanayileşmeyi başarmış ikinci yoldan bahsettim, sunumda bahsettiğim üzere, imalat sanayi sektörlerinde yüksek katma değerli ürünlerin üretimine geçildiğinde, düşük katma değerli ürünlerin üretiminde ucuz işgücü olarak kullanılan kadınlar kullanılmadılar, oraya erkek işgücü dâhil edildi. Neden? Onların becerileri yükseltilemez miydi? Hâlihazırda istihdamdaydılar. Hayır, orada bir tercihte bulunuldu ve yükseltilmedi ve tam tersine, onlar dışarı itildi.
Sanayileşme ve yeşil dönüşüm diyoruz, dijital dönüşüm diyoruz. Bütün bunlara ilişkin politikalarınızda becerileri yeniden konuşmak zorunda olduğunuzda, iki cinsin de katılımını hedefleyecek misiniz? Bu, eğitim politikasıyla da paralel bir şekilde gerçekleşmek zorunda ve mevcut önyargılara meydan okumayı göze almak gerekiyor, politika yapıcıların bunu yapması gerekiyor. Ayrımcılık karşıtı önlemlerin uygulanması; işe alımlardan istihdama dâhil olduktan sonraki bütün süreçleri kapsayan ayrımcılıkları saptayarak bunların şeffaflaşmasını sağlamak gerekiyor. Tâbi, burada özel sektöre teşvikler de bunun bir parçası ama kamu istihdamı ve özellikle kamu bakım hizmetleri çok çok önemli.
Şunu da unutmamak gerekiyor: Bakım meselesi çok merkezde duruyor ve ücretsiz kadın emeği aslında ücretli kadın emeğinin koşullarını ya da var olabilmesini belirliyor. Bakım sektörüne yatırım yapmayı sanayi politikasının bir parçası haline getirmek son derece önemli. Mesela yeşil dönüşüm açısından düşündüğümüzde bakım sektörü aslında karbon emisyonu çok düşük olan bu anlamda yeşil bir sektör. Ayrıca, işsizlik sorunu olan bir ülke için çok sayıda istihdam yaratma olanağı olan emek-yoğun bir sektör ve Türkiye ekonomisi gibi büyük bir bakım açığı olan bir ekonomi için, çok çok önemli bir açığı kapatan bir sektör, ve cinsiyet eşitsizliği sorununu çözmek açısından da kilit bir sektör ve bir sosyal altyapı yatırımıdır. Sormustunuz, sanayileşme için altyapı yatırımlarını, bakım sektörüne yatırımda sosyal altyapı yatırımıdır. İnsan sermayesi demek benim hiç hoşlanmadığım bir şey ama insan gücüne yatırım yapmadığınız zaman nasıl olacak, hangi politikanız başarılı olacak? Bakım politikası aslında bunu sağlıyor; yani 0-3 yaştan yetişkinliğe ve sonrasında hayata atılmaya dönük ve yaşlılarınıza da bakmak, hastalarınıza da bakmak bütün bu işin bir parçası.
SALONDAN- Bir mühendis olarak iktisattan çok anlamıyorum ama anlamaya çalışıyorum diyeyim. Tim Jackson’ın “Büyümesiz Refah” diye bir kitabı var, bili-yorsunuzdur mutlaka. Anlayabildiğim kadarıyla aslında burada bahsedilen toplumsal cinsiyet eşitliğinin refaha ve ekonomiye katkısının yanında ekolojik boyutun daha öne çıkarıldığı bir kitap. Mümkün mü? Çünkü burada da Murat hocanın sunumunda yine büyüme grafiği de vardı. Büyüme, bir parametre olarak sürekli işin içerisinde var gibi. Büyümesiz refah gerçekten anlamlı bir kavram mı? Aslında daha da kritik soru, “Evet, bugün böyle bir ekonomi modeli uygulayalım” desek Türkiye’de yapabilir miyiz? Sınırları kapatıp, önce içeride uzlaşıp, ne yapacağımıza karar verip ondan sonra mı tekrar dünyaya açılmak gibi ya da Aziz hocamın dediği gibi, yakın çevremize bakıp, kendi durduğumuz yeri belirleyip sonra tekrar kapitalist sistemin bir parçası mı olacağız, yoksa tamamen kapanmak zorunda mıyız? Büyümesiz bir refah ya da ekolojik makro ekonomi tarafı hakkında ne düşünürsünüz?
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Siz şimdi sıfır büyüme diyorsunuz. Daha da öteye gidip küçülmeyi (degrowth) savunanlar da var. Bu yaklaşım, ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun sürdüren, insan sömürüsüne ve çevresel yıkıma neden olan küresel kapitalist sistemi eleştirmektedir.
Ben yanıt vermeleri için sözü Özge ve Özgür hocalara bırakıyorum. Her ikisi de kalkınma iktisatçısı. Bu soru onlara gelmiş olsun.
Doç. Dr. ÖZGE İZDEŞ- Büyümeyi nasıl yaptığınız kendi başına zaten önemli. Bambaşka bir büyüme tahayyül etmek mümkün mü? Yani kaynakların çok daha akılcı yönetildiği; sanayileşmenin bir yandan gerçekleştiği, ama emisyon oranlarının ciddi oranda düşürülebildiği; bu refahı yaratma sürecine toplumun bütün kesimlerinin dâhil olup bütün kesimlerinin mümkün olduğu kadar pay alabildiği, kapsayıcı ve çok daha rasyonel yönetilen bir büyüme süreci olduğu zaman, bence zaten bu tartışma çok hafifleyecek bir tartışma. Ben, öncelikle bunun yapılmasını savunan bir iktisatçıyım.
Prof. Dr. AZİZ KONUKMAN- Bir ekleme yapalım. “Kalkınmasız büyüme” diye de bir tartışma var. Özge hocanın dediği gibi, kalkınmayı sorunsuz gerçekleştirebiliyorsak, öbür tartışma biter zaten.
Buyurun Özgür hocam.
Prof. Dr. ÖZGÜR ORHANGAZİ- Özge hocaya tamamen katılıyorum. Bugünkü büyüme rakamları teknik olarak piyasadan geçen mal ve hizmetlerin toplamının ölçümü. Yani piyasadan geçmeyen şeyleri zaten ölçmüyoruz; ama bir sürü şeyi piyasalaştırdıkça, eğitim, sağlık, bakım vesaire, bunlar da piyasadan geçmeye başlıyor, bu da ekonomiyi büyütüyor. O yüzden benim sunumumda kullanmaya çalıştığım kavram, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda üretimdi. Farklı bir metriği de düşünmek gerekecek orada. Yani bu büyüme, büyümeme ya da küçülme tartışmaları hâlâ biraz eski metriğin içerisinde yapılan tartışmalar. Oradan dışarı çıktığınız zaman farklı şeyler göreceksiniz. Tek bir örnek vereyim. Örneğin ekonomik büyüme diye bizim gayri safi yurtiçi hâsıladaki artışı ölçerken kullandığımız şeyler sektörel büyümelerdir. Finans sektörünün büyümesi yahut finans sektörünün ne kadar katkıda bulunduğunun nasıl ölçüldüğünü düşünüyorsunuz? Finans sektörünün ne kadar kâr ettiğiyle ölçülüyor. Yani finans sektörü daha yüksek kâr ederse milli gelir daha fazla büyümüş olacak gibi görünüyor orada. Anlatabiliyor muyum? Bazıların bunların fiktif zaten, gerçek anlamda ölçemezsiniz. Milli gelirde izafi kira diye bir şey vardır. Kira oranları ekonomide artıkça kendi evinde oturanların kendi kendisine kira verdiği hesabı yapılarak milli gelir daha fazla artabilir. Teknik kısım, oraya çok fazla girmeyelim ama toplumsal ihtiyaçları ve konuyu Özge hocanın tarif ettiği çerçeve içerisinde tanımladığımızda başka bir şey tartışmaya başlamış oluyoruz zaten.
OTURUM YÖNETİCİSİ- Son soruyu alalım.
MUZAFFER BAŞARAN- Benim adım Muzaffer Başaran. Makina Mühendisleri Odası Enerji Komisyo-nu Başkanıyım. Benim sorum Özge hocaya. 1970-75 arasında İngiltere’de üniversitedeydim. Bizim makine mühendisliği bölümünde, birinci sınıfta bir kız öğrenci vardı, birinci sınıf sonunda çok sayıda dersten kaldığı için atıldı, dolayısıyla biz mezun olana kadar bizim bölümde hiç kız öğrenci yoktu. Aynı şekilde, inşaatta da kız öğrenci yoktu, elektrikte de yoktu. Kimyada belki %10-15 civarında kız öğrenci vardı. Yine aynı şekilde, iktisat ve hukuk bölümlerinde de kız öğrenci bir veya ikiydi. Türkiye’ye baktığımızda, mesela bizim Başkanımız şu anda kadın, İnşaat Mühendisleri Odasının İstanbul Şubesindeki Başkan da yine kadın. Dolayısıyla bizde sanıyorum makine, elektrik, inşaat, hukuk alanlarında kadın oranı daha fazla. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Hep cinsiyet eşitsizliği diyoruz da, acaba kadınlar bu meslekleri seçmiyorlar bana göre, yani tercih etmiyorlar; yani mühendislik, hukuk. İngiltere’deki örnekte şunu gördüm: Genelde sanat bölümleri, linguistik bölümleri, oralarda kız öğrenciler yoğunlaşıyordu; ama mühendislikte, hukukta, iktisatta yoklardı. Bu konudaki yorumunuzu merak ediyorum.
Doç. Dr. ÖZGE İZDEŞ- Uzun dönemli farklı sanayileşme süreçlerinde kadın istihdamının kompozisyonu ve eğilimleri nasıl değişti, tabii ki bu çok uzun bir konu ama Türkiye’de ilginç bir durum var gerçekten. Türkiye’nin kalkınma sürecine sosyal dönüşümü açısından da baktığınızda, Avrupa ülkeleriyle karşılaştırdığınızda, Türkiye’de eğitimli ve profesyonel mesleklerde var olan kadın oranı daha önceki dönemlerde fena olmayan rakamlarda var 1950’ler, 1960’larda. Aslında Türkiye’nin kalkınma sürecinin bir parçası olarak kentlerde, eğitimli ve profesyonel meslek sahibi bir kadın kitlesi yaratılmış durumda. “Bu eğilim gittikçe ne oluyor bugün?” diye baktığımızda, bu bambaşka bir tartışma, ama mesele şuna dönüşüyor: Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü hane içinde korunursa, olduğu gibi tutarsanız orayı, kadınların hem onu hem de piyasada bir çalışmayı gerçekleştirebilmesinin fiziki koşulları çok zorlaşmaya başlıyor. Uzun çalışma saatleri, ulaşım, okulların açılış kapanış saatleri, bakım sorumluluğu ve çok talepkâr işi bir arada yapmak, zaman ve koşulların yönetimi açısından olanaksızlaşmaya başlıyor. O zaman ne önerilmeye başlıyor kadın istihdamının artırılması için; esneklik politikaları. Sermayenin de çok istediği bir şey. Esnek istihdam koşulları ya da doğum izni sonrasında iki yıl esnek çalışma, bunların tartışıldığı bir perspektif var. Bu ne demek? Bu, bir kadının ciddi, profesyonel ve iddialı bir kariyer peşinde koşamaması anlamına geliyor. Çünkü işverenler olarak öyle bir durumda, yarın öbür gün bu haklarını kullanma potansiyeli olan bir kadını işe almak ve ona yatırım yapmak yerine bir erkeği tercih ediyorlar. Dolayısıyla bu tür uygulamalar kadınları belli istihdam koşullarına sıkıştırıyor. Bakım sorumluluğunun hane içinde ve erişilebilir kaliteli kamusal bakım hizmetleriyle çözmek üzerinden istihdamda cinsiyet eşitliğini hedefleyen politika yapmadığınız zaman bir kısırdöngü yaratılmış oluyor.
Ben “Tercih etme” kelimesinden yana değilim. “Her türlü olanak önümüzde açık da biz tercih ediyoruz, ona yöneliyoruz, ötekine yöneliyoruz” gibi güllük gülistanlık bir ortam olsa da keşke biz tercih etmiyor olsak. Bence tercihler oldukça sınırlandırılmış bir yapı içinde gerçekleşiyor. Mesele, o sınırları itmekte ve değiştirmekte.
OTURUM YÖNETİCİSİ- Evet arkadaşlar, bir sonraki oturum Aziz hocanın oturumu. Oradan epey zaman çaldık. Özgür hocama, Özge hocama, Aziz hocama, Hayri ho-cama teşekkür ediyoruz. (Alkışlar)
SUNUCU- Oturum moderatörlüğü için Sayın İlter Çelik’e ve sunumları için Prof. Dr. Özgür Orhangazi’ye, Doç. Dr. Özge İzdeş’e, mazereti nedeniyle katılamayan Prof. Dr. Murat Birdal’a ve Prof. Dr. Aziz Konukman ile Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’na katkılarından ötürü teşekkür ederiz.

SANAYİ KONGRESİ’NE GİDERKEN DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ POLİTİKALARI: HEGEMONYA MÜCADELESİ VE SANAYİ POLİTİKALARI + FORUM OTURUMU

Oturum ve Forum Yöneticisi: Prof. Dr. Aziz KONUKMAN – Çin’in Dünya Sistemindeki Değişen Konumu -Doç. Dr. Burak GÜREL – Çin’in Sanayi Stratejisi: Gönüllü Bütünleşmeden Bütünleşmeyi Biçimlendirmeye -Doç. Dr. Kerem Gökten – Küresel Değer Zincirlerine Eklemlenmekte Ulusal Sanayi Politikalarının Rolü: Kuşak ve Yol Girişimi Örneği – Doç. Dr. Ceren ERGENÇ SUNUCU- Sayın katılımcılar, “Hegemonya Mücadelesi ve […]

SANAYİ KONGRESİ’NE GİDERKEN DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SANAYİ POLİTİKALARI AÇILIŞ KONFERANSI: TRUMP VE 21. YÜZYILIN EMPERYALİZMİ

SUNUCU- Sayın katılımcılar; etkinliğimizin Açılış Konferansı için, “Trump ve 21. Yüzyılın Emperyalizmi” başlıklı sunumunu gerçekleştirmek üzere Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nu davet ediyorum. (Alkışlar)Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Öncelikle şunu söyleyeyim: Ezgi ve Yunus arkadaşlarımızın konuşmasının tamamını, Emin arkadaşımızın konuşmasının da bir kısmını kaçırdığım için özür dilerim.Hayatımda bir ilk yaşanıyor. O açıdan, TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nı kutluyorum. […]

Emperyalizm Üzerine Bir Söyleşi*

Emperyalizm Üzerine Bir Söyleşi* Prof. Dr. Korkut BORATAV Bu yıl TMMOB Sanayi Kongresi 2025 için seçilen ana temanın [Emperyalizmin Yeni Biçimleri ve Sanayileşme Stratejileri] çok yerinde olduğunu, güncel, hatta hayati olduğunu düşünüyorum. Gerekçelerini, nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.Sevgili arkadaşlar; emperyalizm TMMOB Sanayi Kongreleri’nde ana tema olarak değilse bile, arka planda daima yer adlı. Bildirilerde de emperyalizmin […]

EDİTÖRDEN…

Sanayi ve Toplum bültenimizin onuncu ve on birinci sayısına ulaşmanın gururunu yaşıyoruz. Bültenimizde sanayileşme, ekonomi politik ve toplumsal dönüşüm üzerine derinlikli ve eleştirel içerikler üretmeyi sürdürüyoruz.Bu sayıda, TMMOB Sanayi Kongresi 2025 hazırlıkları kapsamında düzenlenen Sanayi Kongresine Giderken/Dünyada ve Türkiye’de Sanayi Politikaları etkinliğinde yapılan sunumların yanı sıra, özgün makaleler ve çevirilerle zengin bir içerik sizleri bekliyor.Dünya, […]

Künye
TMMOB
Makina Mühendisleri Odası
Bülteni ekidir.
Üç Ayda bir elektronik ortamda yayınlanır.
YAYIN TARİHİ
Kasım 2024
Cilt: 65 Sayı: 778
MMO ADINA SAHİBİ
Yunus Yener
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yunus Yener
YÖNETİM YERİ
Meşrutiyet Cad. No: 19/6 06650 Kızılay Ankara
Tel: +90 312 425 21 41
Fax: +90 312 417 86 21
E-posta: mmo@mmo.org.tr
Web: www.mmo.org.tr
Bu web sitesi çerez kullanmaktadır
Sitemizin çalışması için gerekli olan çerezleri kullanıyoruz. Siteyi kullanmaya devam ederek bunları kabul etmiş olursunuz.
Bizi Takip Edin
MMO
TMMOB