Uzun dönemli bakıldığında veya sadece AKP dönemine bakıldığında, Türkiye’de kişi başına gelir ve iktisadi büyüme eğiliminin dünya ortalamalarının biraz üzerinde ama dünya ortalamalarına yakın seyrettiği görülüyor. Bir başka deyişle, Türkiye’de kişi başına üretim ya da katma değer dünya ortalamalarının çok üzerine çıkamamıştır. Türkiye’nin teknolojik içeriği ve katma değeri yüksek mallarda uzmanlaşamadığı, sanayi üretiminin ve ihracatın büyük çoğunluğunun standard teknolojili ve katma değeri düşük ya da orta düzeyde mallar olduğu da bilinmektedir. Türkiye’nin teknoloji içeriği ve katma değeri daha yüksek malların üretimine geçmekte zorlanmasının pek çok nedeni vardır. Örneğin, sık sık değinildiği gibi, eğitim düzeninin zayıf kalması, üretimin araştırma ve beceri içeriğinin de zayıf kalmasına yol açmaktadır. Ancak Türkiye’de kişi başına üretim ve katma değerin dünya ortalamalarının üzerine çıkamamasının toplumsal, siyasal ve iktisadi yapıların özelliklerinden kaynaklanan başka nedenleri de vardır. Bu kısa yazıda son 30-40 yılda bir hayli gelişme gösteren kurumsal iktisat literatürünü kullanarak Türkiye’de sanayi ve hizmetler sektörlerinde kişi başına üretim ve katma değerin dünya ortalamalarının çok üzerine çıkamamasının kurumsal nedenlerine dikkat çekmeye çalışacağım
Türkiye’nin Karşılaştırmalı Büyüme Sicili
Türkiye ekonomisinin uzun dönemli gelişme ve büyüme trendi zaman içinde süreklilik göstermektedir. Türkiye ekonomisinin uzun dönemli gelişme ve büyüme eğilimleri son 200 yılın hemen her alt döneminde dünya ortalamalarına yakın veya biraz üzerinde seyretmiştir. Türkiye’de kişi başına gelir 19. yüzyılda ve 1980’e kadar gelişen ülkeler ortalamasından biraz daha hızlı arttı. Türkiye’nin 20. yüzyıldaki iktisadi büyüme sicilinin gelişen ülkeler içinde daha başarısız kalan Güney Amerika, Afrika ve Orta Doğu bölgelerine kıyasla daha olumlu olduğu söylenebilir. Son 40 yılda ise Doğu ve Güneydoğu Asya’nın, özellikle de iki en büyük nüfuslu ülke, önce Çin ve daha sonra da Hindistan’ın hızlı bir iktisadi büyüme süreci içine girmeleriyle, bu iki ülkenin nüfus ağırlıklarını da dikkate alarak yapılan hesaplarda, gelişen ülkelerin ortalama büyüme hızının Türkiye’ninkinin üzerine çıktığı görülüyor.
Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “iktisadi mucize” yaratan İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkeleriyle ya da Japonya ve Güney Kore ile karşılaştırıldığında, Türkiye’nin benzeri büyüme hızlarını yakalayamadığı açıkça görülmekte. Son yarım yüzyılda “iktisadi mucize” yaratan ve yüksek gelirli ülkelerle aralarındaki farkı önemli ölçüde kapatabilen ülkelerde, kişi başına gelirin artış hızı en az 20-30 yıllık sürelerle yüzde 5’in üzerinde kalmıştır. Buna karşılık Türkiye’de kişi başına gelirlerin artış hızı son 200 yılın hiç bir alt-döneminde ortalama yılda yüzde 5’i yakalayamadı (Pamuk, 2023, s. 17-27).
Son 100 yılda Türkiye’de kişi başına ve toplam üretimde sağlanan artışların en büyük bölümü yeni yatırımlar ve toplam girdilerin artırılması yoluyla gerçekleşti. Verimliliği ve üretimi artırmanın bir başka yolu da varolan fiziki sermaye ve becerileri daha verimli kullanmaktı. Ancak varolan birim sermaye ve emek başına verimlilikteki artışlar, diğer gelişen ekonomilerin pek çoğunda olduğu gibi Türkiye’de de sınırlı kaldı. Üretim artışları daha yüksek teknoloji ile verimliliği arttırmaktan çok, girdilerin miktarını artırma yoluyla, bir başka deyişle ekstansif büyüme yoluyla sağlandı (Altuğ, Filiztekin, Pamuk, 2008).
Eğitimde Uzun Dönemli Eğilimler
Türkiye’de verimlilik ve katma değer artışlarının, üretimin araştırma ve teknoloji içeriğinin sınırlı kalmasının bir nedeni işgücünün eğitim ve beceri düzeyinin düşük kalmasıdır. Sadece okur yazarlık oranları, okul süreleri değil, eğitimin içeriği, kalitesi ve edinilen beceriler açısından bakıldığında, Türkiye’de eğitim sisteminin önemli sorunları ve yetersizlikleri var. Bu sorunlar ileri teknoloji kullanabilen ve geliştirebilen bir ekonomiye geçişte ciddi sıkıntılar oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor. Bu nedenle de Türkiye 1980 sonrasındaki küreselleşme döneminde düşük ücretlerin önemli bir maliyet avantajı sağladığı emek yoğun dallara yöneldi, daha yüksek teknolojili üretim dallarına geçiş yavaş ve zayıf oldu.
- yüzyılda Osmanlı devleti tarafından başlatılan reform çabalarına karşın, okullaşma büyük ölçüde kentlerle sınırlı kaldı. Nüfusun büyük bölümünün yaşadığı kırsal alanlara yayılamadı. Okur yazarlık oranı yüzyıl boyunca yavaş ve sınırlı artış gösterdi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde okuryazarlık oranının Müslüman nüfus arasında yüzde 10’un altında, gayrimüslim nüfus arasında ise yüzde 10’un bir hayli üzerinde olduğunu tahmin ediyoruz. Cumhuriyet döneminde okuryazarlık oranı daha hızlı artış gösterdi. Cumhuriyet’in erken yıllarından itibaren kamu kesiminin eğitim harcamalarının artması, toplumsal hareketliliği artıran önemli bir etken oldu. Okuryazarlık oranı 1950’de yüzde 33’e, 1980 yılında yüzde 68’e ve 2020 yılında yüzde 97’ye yükseldi. Ancak okuryazarlık oranı erkek ve kadınlar arasında çok eşitsiz seyretti. Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını 1934 yılında, pek çok gelişmiş ülkeden daha önce verdiği halde, özellikle kırsal alanlarda kadınların çok büyük bölümü okuma yazma öğrenemedi. 1950 yılında 15 yaş üzeri kadınlar arasında sadece yüzde 19 olan okuryazarlık oranı, 1980 yılında yüzde 55 ve 2020 yılında yüzde 94’a yükselebildi.
Kişi başına gelirde ve sağlıkta olduğu gibi, dünya ülkelerinin büyük bölümü son 200 ve özellikle de son 100 yılda eğitimde de önemli ilerlemeler gösterdiler. Bu nedenle Türkiye’nin deneyimini nicel göstergelerle değerlendirirken diğer ülkelerle karşılaştırmalar da yapmak gerekir. Okur yazarlık oranıyla ilgili tarihi verilerin tüm ülkeler için bulunmaması nedeniyle, eğitimde uluslararası karşılaştırmalar için temel gösterge olarak yetişkin (15 yaş üstü) nüfusun ortalama okul süresi kullanılmaktadır. Türkiye’de 15 yaş üzeri nüfusun ortalama eğitim süresi, Birleşmiş Milletler’in de kullandığı verilere göre, 1913’te 1 yıldan daha azdı, bu ortalama süre 1950’de 1,5 yıla, 1980’de 4,2 yıla ve 2020’de ise 8,6 yıla yükselebildi. Bu ortak gösterge açısından bakıldığında 19. yüzyıldan günümüze kadar Türkiye’de eğitim miktarının sadece Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gelişmiş ülkelerin değil, Doğu Avrupa, Çin de dahil olmak üzere Doğu Asya, Güney Amerika ve dünya ortalamalarının gerisinde kaldığı, buna karşılık Hindistan, Güneydoğu Asya ve Afrika ortalamalarının üzerinde seyrettiği görülüyor. Ayrıca son 200 yılda Türkiye’de yetişkin nüfusun ortalama eğitim süresinin Türkiye ile aynı gelir grubundaki diğer gelişen ülkelerin de gerisinde kaldığı anlaşılıyor. Ayrıca Türkiye’nin eğitimin içeriğinde ve kazandırdığı becerilerde de başarılı olamadığı, son yıllarda düzenli olarak açıklanan uluslararası PISA testlerinin sonuçlarından da anlaşılıyor (Pamuk, 2023, s. 27-34).
Kurumlar ve İktisadi Gelişme
Üretimin teknoloji ve beceri içeriği ve kişi başına katma değer, sadece eğitimin düzeyi ve içeriğiyle ilgili değildir. Son yıllardaki araştırmalar, fiziki ve beşeri sermaye birikiminin kurumların güçlü olduğu ülkelerde daha hızlı arttığına ve varolan fiziki sermaye, bilgi ve beceri birikiminin de yine kurumları güçlü olan ülkelerde daha verimli kullanıldığına işaret ediyor. Ayrıca en ileri teknolojilerin yine kurumları güçlü ve elverişli olan ülkelerde kullanıldığı, yeni teknolojilerin de aynı ülkelerde geliştirildiği biliniyor. Bu durumda Türkiye’nin son 200 yılda niçin dünya ve gelişen ülkeler ortalamalarına yakın kaldığını, iktisadi gelişmenin niçin daha hızlı olmadığını anlayabilmek için, kurumları da incelemek gerekiyor.
İktisat kuramı içinde kurumların önemini vurgulayan yaklaşımların kökenleri 20. yüzyılın başlarına, hatta daha öncelere kadar gidiyor. Ancak uzun vadeli iktisadi gelişme ve büyüme sürecinde kurumların önemini öne çıkaran yaklaşımlar son dönemde güç kazandı. İktisatçılar önceleri daha fazla miktarda toprak, emek, fiziki ve beşeri sermaye gibi girdileri ve bu girdilerin daha verimli bir biçimde kullanılmasını sağlayan teknolojik ilerlemeleri iktisadi büyümenin temel nedenleri olarak kabul ediyorlardı. Ancak bu yaklaşım artık yetersiz görülüyor. Son yıllarda hızla gelişen ve yaygın olarak kabul gören yeni görüş, iktisadi büyümenin nedenlerini açıklarken yakın nedenlerle temel ya da nihai nedenler arasında önemli bir ayırım yapmakta. Bu ayırıma göre, iktisadi büyümenin yakın nedenleri olarak girdilerin miktarı ve verimliliğindeki artışlara işaret ediliyor. İktisadi büyümenin nihai nedenleri olarak ise iktisadi büyümenin içinde yer aldığı toplumsal ve siyasal ortam gösteriliyor, kurumların önemi de bu işte bu noktada ortaya çıkıyor. (North, 1990; Acemoğlu ve Robinson, 2013)
Yine son yıllarda yapılan çalışmalar, bugün ülkeler arasındaki kişi başına verimlilik ve gelir düzeyleri arasındaki farklılıkları açıklamaya çalışırken, dikkate alınması gereken en önemli değişkenin bir ülkedeki kurumların niteliği ve kalitesi olduğunu, buna karşılık iktisadi büyümeyi açıklarken son zamanlara kadar en çok kullanılan coğrafya, uluslararası ticaret, ekonominin dışa açıklık derecesi gibi diğer değişkenlerin gücünün yüksek olmadığını gösteriyor. (Rodrik, Subramanian ve Trebbi, 2004) Başka araştırmalar ise kurumların güçlü olduğu ülkelerde fiziki ve beşeri sermaye birikiminin daha hızlı arttığına ve varolan fiziki sermaye, bilgi ve beceri birikiminin de daha verimli kullanıldığına işaret ediyor. Bir başka deyişle, kurumların güçlü ve kaliteli olduğu ülkeler fiziki ve beşeri sermayelerini daha hızlı artırabildikleri gibi, varolan fiziki ve beşeri sermayelerini de daha verimli kullanabiliyor, aynı miktarda fiziki ve beşeri sermaye ile daha fazla üretim gerçekleştirebiliyorlar. Ayrıca en ileri teknolojilerin kurumları güçlü ve elverişli olan ülkelerde kullanıldığı, yeni teknolojilerin de aynı ülkelerde geliştirildiği biliniyor (Hall ve Jones, 1999; Helpman, 2004).
Kurumlar, toplum içinde kişiler veya farklı gruplar ya da kesimler arasındaki ilişkileri biçimlendiren ve yönlendiren yazılı ve yazılı olmayan kurallar, örgütlenmeler ve bunların uygulanması olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre örneğin somut uygulanış biçimiyle hukuk ve piyasa akla ilk gelen kurumlar arasında. Ancak bir kuralın ya da örgütün kâğıda geçirilmesinin yeterli olmadığının, yazılı kuralların ya da örgütlerin uygulanabildikleri ölçüde önem kazandıklarının, uygulanamayan kuralların ya da örneğin yargı düzeni tarafından geçerliliği desteklenmeyen yasaların kurum olarak kabul edilemeyeceğinin altını çizelim.
Ayrıca, kurumları sadece formel ya da yazılı kurallar ve örgütlenmeler olarak görmemek gerekir. Enformel ya da yazılı kurallara bağlı olmadan işleyen kurumlar da özellikle yazılı kurallara bağlı kurumların iyi çalışmadığı ya da yetersiz kaldığı ortamlarda önemli işlevleri olabilir. Enformel kurumlar üyeleri arasında bilgi akışını artırarak ve karşılıklı güveni güçlendirerek önemli hizmetler sunuyorlar, iktisadi faaliyetleri destekliyorlar ve bu nedenle de yaygınlık kazanabiliyorlar. Ancak ekonomi geliştikçe ve karmaşıklaştıkça, akrabalık ilişkilerine, etnik ya da dini bağlara dayalı ağların sınırları öne çıkmaya, diğer kesimleri dışlayıcı, iktisadi faaliyetlerin daha fazla gelişmesini engelleyici özellikleri ağır basmaya başlıyor.
Kurumlar içinde en önemlisi devlet. Kurumların oluşumu, güçlenmesi ve değişmesi sürecinde devletin çok önemli yeri var. Yasaların kâğıda dökülmesi ve uygulanması, yatırımların desteklenmesi, mülkiyet haklarının korunması devlet sayesinde mümkün oluyor. Bu nedenle sosyal bilimler ve iktisat tarihi literatüründe iktisadi gelişme için nasıl bir devlete ihtiyaç olduğu, devletin güçlü mü zayıf mı olması gerektiği soruları sık sık soruluyor.
Daha çok bugünün gelişmiş ülkelerinde destek bulan bir görüşe göre, iktisadi gelişme için en uygun devlet, küçük ve fazla vergi toplamayan devlet. Oysa iç ve dış güvenliği, yasaların ve diğer kurumların işleyişini sağlayamayan, mülkiyet haklarını korumayan zayıf bir devletin iktisadi gelişme sürecini destekleyebilmesi mümkün değil. Ayrıca, yasalar güçlendirilmeden ve uygulanmadan, piyasa ekonomisinin de kendi başına işlemesi mümkün değil. Bir başka deyişle, ekonominin işleyişi için devletin destekleyici müdahalesi gerekiyor. Devletin iktisadi gelişme sürecine sağladığı desteğin içeriğinin ve niteliğinin de zaman içinde değişmesi şart. Örneğin iktisadi gelişmenin ilerleyen aşamalarında devletin altyapı yatırımlarına yönelmesi, toplumun geniş kesimlerinin yetenek ve becerilerini geliştirebilmeleri için eğitimi yaygınlaştırması ve teknolojinin gelişmesini, ileri teknolojilerin kullanımını özendirmesi gerekiyor.
Sanayileşmeye İngiltere’den sonra başlayan Almanya, ABD ve Japonya gibi ülkelerde de devletin rolü, iç ve dış güvenliği sağlamak, kurumları güçlendirmek ve mülkiyet haklarını korumakla sınırlı kalmadı. Bu ülkelerde de devletler ithal mallarının rekabetine karşı yerli sanayii güçlendirmek için uzun süre korumacı politikalar izlediler. Alexander Gerschenkron 19. yüzyılda, İngiltere’nin sanayileşme yolunda bir hayli mesafe aldığı bir aşamada, Kıta Avrupası’nda sanayileşmeye çalışan ülkelerin çabalarını incelerken, sermaye ile devlet arasındaki ilişkilere ve bu ilişkileri yönlendiren kurumlara odaklanıyor. Her ülkenin kendi koşullarına ve sanayileşme sürecinde ne kadar geri kaldığına bağlı olarak farklı kurumlar oluşturduğunun altını çiziyor (Gerschenkron, 1962). Bugün gelişen ülkelere korumacılıktan vazgeçmelerini tavsiye eden ABD devleti de 19. yüzyılın büyük bir bölümünde, sanayileşme sürecinde İngiltere ile arasındaki farkı kapatana kadar, korumacı politikalar izledi.
1930’lu yıllarda dünya bunalımının derinleşmesiyle birlikte, tarımda uzmanlaşmaya dayalı modelin tıkandığını gören bugünün gelişen ülkelerinde de, devlet bir yandan korumacılık öte yandan da çeşitli teşvik uygulamalarıyla sanayileşmeye destek oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen ülkelerin büyük çoğunluğunun benimsediği ve daha sonra ithal ikamesi sanayileşme olarak adlandırılacak bu stratejiyi, Gerschenkron’un yaklaşımıyla geç sanayileşen ülkelerde devletin desteklediği kurumsal yenilikler ve dönüşümler sürecinin bir parçası olarak görmek doğru olur. Yine İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Asya’da Japonya, Tayvan, Güney Kore gibi ülkelerde yaşanan hızlı sanayileşme sürecinde, verimliliği artıran ileri teknolojilerin benimsenmesinde, devletin müdahaleci konumu, sektör seçerek, hatta kimi durumlarda firma seçerek oynadığı önemli roller biliniyor. Sanayileşmede başarılı olan Doğu Asya örneklerinde, devletin hem toplumla içiçe hem de şu veya bu kesimin kısa vadeli çıkarlarına karşı belirli ölçüde özerkliği olduğu görülüyor (Wade, 1990; Öniş, 1991; Evans, 1995; Sönmez, 2001). Ancak bu örneklerin varlığı, devlet müdahaleciliğinin her zaman iktisadi gelişme ve sanayileşme doğrultusunda olumlu sonuç vereceği anlamına gelmiyor. Devlet müdahaleciliğinin uzun vadede olumlu sonuçlar verebilmesi için, müdahalenin amaçları ile devletin gücü ya da kapasitesinin yanı sıra diğer kurumların gücü ve kalitesi de büyük önem taşıyor.
Türkiye’de Devlet Müdahaleciliği ve Kurumları
Cumhuriyetin erken yıllarından itibaren devletin özel sektöre destek olmasına dayalı strateji ve ilgili kurumlar, Türkiye’nin iktisadi gelişmesinde önemli rol oynadı, kısa ve orta vadede iktisadi hareketlilik ve büyüme yarattı. Devletçilik döneminde olduğu gibi, özel sektör önderliğinde ithal ikamesi yoluyla sanayileşme stratejisi altında da devletin küçük ya da büyük alımları, yaptırdığı inşaatlar, bu amaçlarla açılan ihaleler, kamu ve özel sektör bankalarının kullandırdıkları krediler ve diğer yöntemler özel sektörü güçlendirmenin, özellikle de hükümete yakın kesimler arasından bir burjuvazi yaratmanın yöntemleri olarak kullanıldı. Ancak bu yöntem ve kurumları dar kesimlerin çıkarlarına hizmet ederek varolan eşitsizlikleri yeniden üretti, ortaya yeni eşitsizlikler de çıkardı. Daha yüksek teknoloji ve beceriler kullanan ve daha karmaşık ürünler üreten bir sanayileşme süreci yerine, ortaya daha düşük teknolojiler kullanan, yeni ve karmaşık teknolojileri geliştiremeyen ve onları ithal eden bir sanayileşme süreci çıktı.
İktidarının ilk döneminde AKP özel sektörün tümüyle iyi ilişkiler içindeydi. 1990’lardaki uzun istikrarsızlık ve iniş çıkış döneminden sonra ekonominin toparlanmaya başlaması ve AKP’nin ekonomik istikrardan yana ve özel sektörünün tümünü destekleyen politikaları tüm özel sektörde olumlu karşılanmıştı. Ancak AKP iktidarı güçlendikçe, özel sektörü genel olarak destekleyen iktisat politikaları yerlerini daha ayırımcı uygulamalara terketti. Muhafazakâr ve AKP’ye yakın sermaye grupları yerel yönetimlerin ve merkezi devletin ihalelerinde kamu ve özel bankaların kredi dağıtma sürecinde ayrıcalıklı konuma kavuştular. İktidara yakın sermaye grupları giderek güçlenir ve yeni holdingler öne çıkarken, diğerleri dışlanmaya başladılar. AKP iktidarının çok daha uzun süreli olması, iktidarla yeni sermaye grupları arasındaki ilişkilerin daha kapsamlı ve derinlemesine gelişmesine yol açtı. Zaman içinde yeni zenginler yaratılması siyasi iktidarı pekiştirmenin aracı ve iktisat politikalarının en önemli amacı haline geldi (Pamuk, 2023, s. 225-31 ve ).
Kişi başına gelir ve katma değerin dünya ortalamalarına yakın kalması da, Türkiye’de devlet müdahaleciliği uygulamasının çok başarılı olamadığına işaret ediyor. Türkiye’de toplumsal kesimler arasındaki ayrılıklar ve sık tekrarlanan siyasal istikrarsızlık dönemleri de devlet müdahaleciliğinin uzun dönemli ve verimli biçimde işlemesini engelledi. Siyasal istikrarsızlık dönemleri makroekonomik dengeleri bozmakla kalmayıp, siyasal iktidarların politika ve uygulamalarında daha kısa vadeli ve daha partizan davranışları öne çıkarmakta. Ayrıca Türkiye’de devlet müdahaleciliğinin sınırları ve sorunları sadece politikaların içeriğinden değil, bu politikaları uygulayan kesimlerin davranış biçimlerinden de kaynaklanıyor. Devlet müdahaleciliğinin sorunları ve başarısızlıkları, hem bu politikaların uygulanmasında temel rol oynayan iki kesimin, bürokrasi ile özel sektörün zayıflıklarıyla, hem de bu iki kesimin birbirleriyle verimli biçimde işbirliği yapamamalarıyla ilişkili. Hiç şüphesiz bürokrasi ile özel sektörün zayıflıkları ve birbirleriyle işbirliği yapamamaları, Türkiye’nin toplumsal ayrılıkları ve siyasal istikrarsızlıklarla da yakından ilişkili.
İkinci Dünya Savaşının sonundan günümüze kadar Türkiye’de bir yandan yetkin ve istikrarlı bir bürokrasinin olmayışı, öte yandan da özel sektörün parçalanmış, zayıf ve devlete ve siyasetçilere bağımlı olması, devlet müdahaleciliğinin uygulanmasında büyük sorunlar yarattı. Osmanlı dönemindeki sözde güçlü devlet geleneğine karşın, İkinci Dünya Savaşından bu yana Türkiye’de hem siyasi iktidardan hem de özel sektörden bir ölçüde özerk, iktisat politikalarını kişiler temelinde değil, kurallar temelinde uygulayabilecek bir bürokrasi oluşturulamadı. Siyasi istikrarsızlıkların da etkisiyle, ekonomi bürokrasisinde yüksek kapasite ve süreklilik sağlanamadı.
İkinci Dünya Savaşının sonundan günümüze kadar Türkiye’de özel sektör de parçalanmış ve zayıf bir görüntü vermiştir. Özel sektörün, küçük ile büyük, sanayici ile tüccar, büyük kentli ile taşra arasındaki parçalanmışlıkları her zaman sorun yarattı. Son onyıllarda bunlara laik ve dindar kesimlerin arasındaki sorunlar ve ayrılıklar da eklendi. Parçalanmışlıkları ve zayıflıkları nedeniyle de siyasetçiler ve kamu kesimi önünde bağımlı konumlarını aşamadılar. Böylece özel sektördeki kişi ve firmalar toplu çıkarlar yerine hep kendi özel veya küçük grup çıkarlarının peşinde oldular. Büyük hedefler için birlikte hareket etmek yerine, tekil ve küçük çıkarlar kovalandı.
Kişiler ve firmalar daha yüksek teknoloji içerikli üretim, daha yüksek katma değerli üretim için gerekli sabır, yatırım ve uzun vadeli davranışlar yerine, kaynaklarını iktidara yakın durmak ve iktidardaki siyasetçilerden düşük faizli banka kredileri, arsa tahsisleri ve ihaleler gibi özel kolaylıklar sağlamak için harcamayı tercih ettiler. Sadece iktisat politikalarındaki sorunlar değil, bürokrasinin ve özel sektörün birlikte hareket edemeyişi, devlet müdahaleciliğinin sanayileşmeyi destekleyici, katma değeri artırıcı yönde ve kurallara bağlı ve istikrarlı biçimde uygulanmasını da engelledi.
İşte bu nedenlerle, devlet müdahaleciliği Türkiye’de sanayileşme ve iktisadi gelişme yönünde katkı sağlamış olsa da bu katkı sınırlı kalmıştır. Bugün olduğu gibi pek çok dönemde de devlet müdahaleciliği, daha yüksek teknoloji içerikli ve daha yüksek katma değerli üretimi teşvik etmek yerine tam tersi etkiler yaratmıştır. Oysa İkinci Dünya Savaşından sonraki onyıllarda Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi kurumları, bürokrasilerinin ve özel sektörlerinin yapısı Türkiye’den bir hayli farklı olan Doğu Asya ülkelerinde devlet müdahaleciliği, sanayileşme ve daha yüksek katma değerli, daha yüksek teknoloji içerikli üretim yolunda başarı ile uygulanabildi.
Özellikle de sanayileşmenin ilerleyen aşamalarında devletin araştırma, teknoloji ve diğer konularda, uzun vadeli ve istikrarlı biçimde yol gösterici ve destekleyici davranışları gerekiyor. Oysa bugün Türkiye’de devlet müdahaleciliği hala uzun dönemli kurallarla değil, kısa vadeli olarak ve kişiler üzerinden yapılıyor. Müdahaleciliğin önemli bir bölümü gelişme potansiyeli olduğu düşünülen sektörlere destek sağlamak yerine, iktidara yakın olanların kayrılması, her iktidarın kendi zenginlerini yaratması için kullanılıyor. Kurallar ve uygulamalar sık sık değişiyor, uzun vadeli bir sanayileşme stratejisi oluşturulamıyor. Bu durumda ekonomide başarı için daha fazla eğitim, beceri ve teknoloji ile daha verimli ve daha rekabetçi çalışan yapılar yerine devletten özel destekler, ayrıcalıklar alabilmek daha önemli oluyor. Böyle bir ortamda kişiler ve firmalar fizik sermayeye, eğitime, becerilere ve teknolojiye yatırım yapmak yerine kolay kârlar ve birikim için devlete yakın durmaya çalışıyorlar, kaynaklarını bu amaçla kullanıyorlar. Böyle bir ekonomide kısa ve orta vadede bir miktar büyüme sağlanabilir ama bu tür büyüme sınırlı ve dünya ortalamalarına yakın kalacaktır.
Önümüzdeki Dönemde Sanayileşme ve Devlet
1980 sonrasında gelişen ülkelerin dünya mamul mallar üretimi ve ticaretindeki payı artarken, gelişen ülkelerin mamul mallar üretiminde ağırlık Çin’e ve Doğu ve Güneydoğu Asya’daki diğer ülkelere kaydı. Buna karşılık, diğer bölgelerdeki gelişen ülkeler dünya mamul mallar üretimi ve ihracatındaki paylarını korumakta zorlandılar. Sadece dünya pazarlarında değil, kendi iç pazarlarında da Çin ve diğer Doğu-Güneydoğu Asya ülkelerinden ithal edilen mamul mallarla rekabette zorlandılar. Sanayi üretimine ve diğer alanlara ilişkin teknolojik gelişmeler de bu sürece katkıda bulundular. Böylece pek çok gelişen ülkede sanayi üretiminin toplam istihdam ve toplam üretim içindeki payı bugünün gelişmiş ülkelerinin tarihlerinde olduğundan daha erken bir aşamada gerilemeye ve hizmetler sektörünün toplam içindeki payı daha hızlı yükselmeye başladı. Son onyıllarda pek çok gelişen ülkeyi etkisi altına alan bu sürece iktisatçılar “erken sanayisizleşme” adını veriyorlar. (Rodrik, 2016)
Türkiye’nin sanayi üretimi de dünya mamul mallar ticaretinde Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin artan payından ve teknolojik gelişmelerden etkilendi. Ayrıca AKP’nin sanayileşme ağırlıklı iktisat politikaları yoktu. İktidara bağlı bir muhafazakâr iş insanı kesimi yaratmak için altyapı ve inşaat daha kolay bir araç olarak kabul edildi. Sanayi sektörü AKP’nin ekonomiyle ilgili ve siyasi boyutu daha ağır basan önceliklerinin, siyasi ve makroekonomik istikrarsızlıkların gölgesinde kaldı, sanayileşmeye destek verebilecek kurumların içlerinin boşaltılmasından olumsuz etkilendi. Ancak, olumsuz dış ve iç koşullara rağmen, son 30 yılda sanayi sektörünün GSYH ve toplam istihdam içindeki payı yükselmese de gerilemedi. Sanayi sektöründe istihdam ve üretim önceki dönemlere göre daha yavaş arttı, kırlardan kentlere gelen nüfusun büyük çoğunluğu da kendilerine sanayi sektöründe değil, ona kıyasla daha düşük ortalama verimlilikle çalışan hizmetler sektöründe iş bulabildiler.
Bugün tüm dünyada devletin sanayileşmedeki rolünün yeniden değerlendirildiği bir döneme girilirken, geçmişten alınacak dersler Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkeler için yararlı olacaktır. Artık genel olarak kabul edilmektedir ki Doğu Asya’daki kalkınmacı devlet modeli, benzersiz tarihsel koşulların bir ürünüdür ve bu modelin diğer ulusal bağlamlara aktarılmasının önünde önemli engeller vardır. Türkiye’nin devlet müdahaleciliğiyle ilgili tarihsel deneyimi de, bir ülke ortamında iyi işleyen kurumlar ve politikaların başka bir ortamda başarılı olamayabileceğini göstermiştir. Dışarıdan ithal edilen kurumlar, genellikle yerel siyasi ekonomideki mevcut dengelerle uyumlu olmamış ve diğer kurumlarla iyi etkileşim kuramamıştır.
Önümüzdeki dönemde de, geçmişte olduğu gibi, devlet yönlendirmeli sanayileşme ve daha yüksek verimle çalışan bir hizmetler sektörü için yapılacak kalıcı kurumsal düzenlemeler, siyasi elitler ile özel sektör arasındaki ilişkilerle ve genel olarak siyasi ekonomiyle bağlantılı olacaktır. Sanayileşmeye ilişkin mikro kurumlar, sanayileşmenin arkasında güçlü ve sürdürülebilir bir siyasi koalisyon olduğu ölçüde daha etkili çalışacak ve sanayileşme daha başarılı olacaktır. Devlet müdahaleciliğinin daha etkili olabilmesi için hem toplumun daha iyi örgütlenmesine hem de devletin uygulamalarının daha iyi denetlemesine ihtiyaç vardır. Kısacası, devlet müdahaleciliğinin iktisadi gelişme yönünde kullanımında başarı kolay değildir ve pek çok koşula bağlıdır. Ancak bugünkü siyasi koşullar değişmeden, devlet müdahaleciliğini yandaş yaratmak için değil sanayileşme ve ileri teknoloji için kullanan bir yaklaşım benimsenmeden, devlet müdahaleciliği için gerekli kurumsal yapılar, kadrolar ve denetim süreçleri yeniden kurulmadan, devlet müdahaleciliğinin etkili olması, son yıllarda iyice tökezleyen sanayileşmenin ve iktisadi gelişmenin daha olumlu bir çizgiye oturması mümkün gözükmüyor.
Önümüzdeki dönemde Türkiye ve başka ülkelerde devlet yönlendirmeli sanayileşme için yeni kurumlar üzerinde düşünmeye başlarken, kurumsal çeşitliliğe ve deneysel süreçlere daha fazla vurgu yapmakta yarar var. Doğu Asya’da bile, devlet yönlendirmeli sanayileşme ile ilgili birçok sorunu çözmek için farklı ülkelerde farklı kurumsal yollar ve biçimler kullanıldığını hatırlayalım. Bugün gelişmekte olan ya da geç sanayileşen ülkelerin, varolan tüm yararlı kurumsal çeşitlilikleri tükettiğini varsaymak için bir neden yoktur. Ülke dışından ithal edilen şablonların ya da diğer ülkelerdeki mevcut kurumların kullanım değerlerinin sınırlı olduğu anlaşılmışken, yerel deneyime, yerel bilgiye ve denemelere dayanarak daha uygun kurumların geliştirilmesi gerektiği, giderek daha fazla açıklık kazanmaktadır. Uluslararası kurallar, standartlar ve en iyi uygulamalar, teknik konularda faydalı olabilir. Ancak önümüzdeki dönemde daha büyük ölçekli kurumsal gelişim için yerel ihtiyaçların, yeteneklerin ve becerilerin daha fazla keşfedilmesi ve bunlarla daha fazla etkileşim kurulması gerekli olacaktır. (Rodrik, 2000; Roland, 2004.)
Son olarak önümüzdeki dönem için önemli bir soru, Türkiye’deki sanayileşmenin daha demokratik rejim altında mı yoksa daha otoriter rejim altında mı daha güçlü geliştiği ve gelişeceğidir. Doğu Asya’da başarılı sanayileşme ve büyümenin otoriter rejimlerde gerçekleşmiş olması nedeniyle birçok gözlemci, bu ülkelerde görülen özel ve kamu gücü yoğunlaşmasının, en azından sanayileşmenin erken aşamalarında, geniş siyasi katılım altında mümkün olamayacağını savunmuştur. Bu tartışmaları dikkate alan sosyal bilimciler siyasi rejim türü ile sanayileşme ve iktisadi büyüme arasındaki ilişkiyi incelediler. Adam Przeworski ve arkadaşları, 1950-1990 dönemi için çok sayıda ülke üzerinde yaptıkları nicel araştırmalara ve istatistiksel testlere dayanarak, rejim türü ile büyüme arasında bir bağlantı olmadığını ve otoriter rejimlerin demokratik olanlardan daha başarılı olduğuna dair ikna edici bir kanıt bulunmadığını belirtmişlerdir (Przeworski ve diğerleri, 2000). Ayrıca Dani Rodrik de daha katılımcı rejimlerin ekonomik kalkınma açısından daha iyi sonuçlar verdiğine dair ayrıntılı kanıtlar sunmuştur (Rodrik, 2000). Son yıllarda Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmalar da demokrasinin iktisadi gelişmeye olumlu etki yaptığını göstermektedir (Acemoglu ve diğerleri, 2019).
Bu kısa yazının sınırları içinde ayrıntılı bir ampirik çalışma yapmak mümkün olmasa da, Türkiye’nin uzun vadeli deneyiminin bu kapsamlı çalışmaların bulgularıyla tutarlı olduğu söylenebilir. Türkiye’de siyasi rejimler ve demokrasi ile otoriterlik arasındaki denge zaman içinde değişirken, sanayileşme ve iktisadi büyüme oranları açısından, her iki rejim türü altında da daha iyi ve daha kötü dönemler yaşanmıştır. Ancak geçtiğimiz yüzyıla toplu olarak bakıldığında, sanayileşme ve iktisadi büyüme oranları açısından otoriter rejimlerin demokratik rejimlerden daha iyi performans göstermediği görülmektedir. Ayrıca Türkiye’nin tarihi otoriter rejimlerin sık sık zayıf kaldığını, patronaj ve kayırmacılıktan ek destek aradığını göstermektedir. Örneğin, AKP iktidarının 2010’dan sonra daha otoriter hale gelmesiyle birlikte, uluslararası endekslerle ölçülen kayırmacılık, patronaj ve yolsuzluk algıları keskin bir şekilde artmıştır (2000-2020 yılları için Transparency International tarafından hazırlanan Yolsuzluk Algı Endeksi). Buna karşılık, daha demokratik rejimler altında, uyumlu çalışan hükümetlerin kayırmacılığı sınırlayıp, sanayileşmeyi destekleyen kurallara dayalı politikaları izlediği dönemler olmuştur. Çok partili dönemlerde, genel siyasal ekonomi ortamı uygun olduğunda, hukukun üstünlüğü de dâhil olmak üzere daha güçlü kurumlar bu tür politikaları destekleyebilmiştir. Kısacası, hem dünya ölçeğindeki deneyimler hem de kendi tarihimiz, önümüzdeki dönemde Türkiye’de daha sağlıklı sanayileşme ve daha sağlıklı iktisadi gelişme için demokratik bir siyasal rejimin gerekli olduğuna işaret ediyor.
Kaynakça
Acemoğlu, Daron ve James Robinson (2013), Ulusların Düşüşü, Doğan Kitap, İstanbul.
Acemoglu, Daron, Suresh Naidu, Pascual Restrepo ve James A. Robinson (2019), “Democracy Does Cause Growth”, Journal of Political Economy, cilt 127, s. 47-100.
Altuğ, Sumru, Alpay Filiztekin and Şevket Pamuk (2008), “Sources of Long-Term Economic Growth for Turkey, 1880-2005”, European Review of Economic History, cilt 12, s. 393-430.
Evans, Peter (1995), Embedded Autonomy, States and Industrial Transformation, Princeton University Press, Princeton.
Gerschenkron, Alexander (1962), Economic Backwardness in Historical Perspective, Belknap, Cambridge, Massachusetts.
Hall, Robert E. ve Charles I. Jones (1999), “Why Do Some Countries Produce So Much More Output Per Worker Than Others?”, Quarterly Journal of Economics, cilt 114, s. 83-116.
Helpman, Elhanan (2004), The Mystery of Economic Growth, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts.
North, Douglass C. (1990), Institutions, Institutional Change, and Economic Performance, Cambridge University Press, Cambridge.
Öniş, Ziya (1991), “The Logic of the Developmental State”, Comparative Politics, cilt 24, s. 109-26.
Pamuk, Şevket (2023), Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, büyüme, bölüşüm ve kurumlar, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Przeworski, Adam, Michael E. Alvarez, Jose Antonio Cheibub ve Fernando Limongi (2000), Democracy and Development, Political Institutons and Well-Being in the World, 1950-1990, Cambridge and New York: Cambridge University Press.
Rodrik, Dani (2000), “Institutions for High-Quality Growth: What They are and How to Acquire Them”, Studies in Comparative International Development, cilt 35, s. 3-31.
Rodrik, Dani (2016), “Premature deindustrialization”, Journal of Economic Growth, c. 21, s. 1-33.
Rodrik, Dani, Arvind Subramanian ve Francesco Trebbi (2004), “Institutions Rule: The Primacy of Institutions over Geography and Integration in Economic Development”, Journal of Economic Growth, cilt 9, s. 131-65.
Roland, Gerard (2004), “Understanding Institutional Change: Fast-Moving and Slow-Moving Institutions.” Studies in Comparative International Development, cilt 38, s. 109-131.
Sönmez, Attila (2001), Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı, Türkiye için Dersler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.